Afedersiniz, mitomanik misiniz?

Toplum olarak öyle bir haldeyiz ki, ne kimse yaşantısından memnun, ne aşkından, ne evinden ne de çevresinden.

Deniz Çakmakcı

Deniz Çakmakcı


Afedersiniz, mitomanik misiniz?

 Kime baksan çekip gitmek istiyor, yeni bir iş istiyor, monotonluğu yırtıp koşmak istiyor. Hem siyasi hem ekonomik koşullar ve daha bir sürü etken, bizleri kafa karışıklığına, tedirginliğe, güvensizliğe, boşlukta ve mutsuz hissetmeye itiyor. Ve bunların peşi sıra gelen tatminsizliğe de…
 
İşin varsa, işsiz olan binlerce insanı düşünerek mutlu olabilme devrini çoktan geçtik. Evin varsa “niye daha büyüğü yok” diye gönül rahatlığıyla hayıflanabiliyoruz. Bir gösteriş, şaşaa hevesi. Sosyal medyada sahip olduklarını paylaşma, onlarla “hava atma” yarışı.
Tabi marifet tüm bunları çaktırmadan yapmakta… Yersen revani yani!
 
Geçen gün kuafördeyken, kuaförüm müşterisine “saçınıza ne yapalım?” dedi, kadının cevabı ise “20 gündür Avrupa’yı dolaştım, birazdan size bütün fotoğrafları gösteririm” oldu. Bir an kuaförle aynadan göz göze geldik ve bence çok şey konuştuk. Ya da bana öyle geldi, çok şey söylemek istediysem demek ki…
 
Yaptıkları, sahip oldukları ile mutlu olamayıp, bunları paylaşmak, anlatmak, insanların gözüne sokmak ve bunların kendini yukarılara çıkardığını sanarak tatmin olmak! Devrimizin tanımı bu. Üstelik tüm bunları yaparken de olmadık yalanlar söylemek ve bunlara inanmak da cabası! Ve bence işin asıl korkutucu yanı burada başlıyor.
 
“Pollyannacılık devri bitti, yaşasın Pinokyoculuk!”
 
Günümüzün hastalığı vertigo falan diyorlar ya. Fena halde yanılıyorlar. Günümüzün sonuçları en ciddi hastalığı yalan söylemenin ötesinde, kendi söylediği yalana inanma hastalığı. Tıptaki dili ile MİTOMANİ.


Bir yalan söyler, iyi gittiğini farkedip bir başkasını daha söyler, böyle böyle derken zincir büyür ve yalana dil o kadar alışır ki bir bakmış yalan olduğunu unutmuş, onu yaşıyor. Çıkar elde etmek, ilgi çekmek, sosyal anlamda önemsenmek, ciddiye alınmak, ruhlardaki açlık insan psikolojisinde derin yaralar açıyor. Mitomani de bunun bir getirisi. Bu hastalığı taşıyanların en büyük özelliği ise yalan söylemekten ötürü pişman olmamaları. Sürekli çevre değiştirmek, abartılı neşe ile her ortamda yıldızlaşmak, hareketlilik, sohbet masalarının adamı olmak da mitomanların özellikleri… Tabi bu hastalığın temelinde çok ciddi problemler yatabiliyor. Bu sebeple psikolojik saptamalarda bulunmak elbette benim işim değil. Bu yazının konusu “yalan” söylemenin, hayatını aslında sahip olmadığın onlarca şeyle süsleyerek aktarmanın havalı bir hal olduğunu sanan insanların ne kadar çoğaldığı/çoğaldığımız aslında. Her birimizin içinde bu halden minik bir parça var.

Mesela benim ananem sosyal medyadan fotoğraf paylaşmayı anlamıyor.
“Niye” diyor, “İyi de neden oraya koyuyorsun ki? Neden görsünler senin fotoğrafını, Filiz Akın mısın sen?”

Ah ananecim keşke bir Filiz Akın olsam, olamadım ben de bununla vakit geçiriyorum işte. Ama aslına bakarsanız bir açıklaması da yok. Yani ananemin son derece mantıklı sorularına verebileceğim mantıklı cevaplarım yok. Enteresan yerler, yemekler, bilgiler ve benzeri paylaşımların bir dayanağı var ama sıradan hayatlarımızdan birbirimize ne değil mi günün sonunda.
 
İşte bu on beş dakikalık ünlü olma halini abartıp hayatını türlü aldatmacalarla, yalanlarla süsleyen insanların  artması ise toplumda, ailede, aşkta, işte ciddi sıkıntılar oluşturuyor büyük resme baktığımızda…
 
Mesela, arkadaş grubundaki tek bekar erkeğin, bir süredir birlikte olduğu ve evlilik fikrine kapıldığı sevgilisinin aslında hali hazırda evli çıkması, bunu yüzüne vurduğunda kadının bizim çocuğa pişkinlikle “haaa evet ama boşanıyoruz” demesi ama hikayenin sonunda yolun, aslında nerden baksan düzgün(!) giden, boşanmanın söz konusu olmadığı bir evlilik ve tüm bunlardan habersiz bir kocaya varması…
 
Mesela, ben bilmem ne güvenlik şirketinde bilmem neden sorumlu genel müdür yardımcısıyım diyen komşunun oğlunun, o şirkette değil GMY, müdür dahi olmadığının ortaya çıkması sonrası, utanmak şöyle dursun “e nolcak müdür gibi bir şeyim işte” demesi…
 
Mesela, yıllarca Amerika’da üniversite bitirdi diye bildiğimiz bir kişinin, USA’de sadece dil kursuna gidip, aslında Türki Cumhuriyetlerden birinde üniversiteye devam ettiği ve fakat onu da bitiremediğinin sahte diploma verdiği ve üst düzey yönetici olduğu şirkette ortaya çıkmasının ardından, yalan söyleyip bunu hayatına adapte eden (karısının dahi öyle bildiğini ekleyeyim) o değilmiş gibi, “ayağımı kaydırdılar” diyerek, diğer konuya hiç olmamış muamelesi çekmesi…
 
Bunlara sadece ben mi rastlıyorum?
 
İnsanın, olamadığı, yapamadığı bir şey hakkında yalan söylemesini dahi bir yere kadar anlayabilirim. Ancak yalanın ortaya çıkmasını takiben takınılan o pişkin tavır, utanması ve vicdanı olan insanın içinden yalan söylenin o değil de sen olduğun gibi bir suçluluk dalgası geçirmiyor değil. İnsan bir şaşalıyor, kalakalıyor.
 
Velhasıl bu çağımızın bir illüzyonu ise doğruluk ve yalan arasında, tarafını seç sevgili okur! Tatlı, pembe, beyaz yalanlar hayatın tadı tuzu bir yerde haklısın ama yalanın rengi koyulaşıp etki alanı genişlediğinde level atlıyor…  Tat-tuz olmaktan çıkıp sarsıcı boyutlara varabiliyor.  
 
Bu seviyede, burun hassasiyetimize de seviye atlatarak yüz metre yakınımızda MİTOMAN kokusu aldığımızda kaçarak uzaklaşmayı öneriyorum.
 
Kabul edenler ellerini kaldırsın!
 
Sevgiler
Deniz Çakmakcı

[email protected]