Havuzlu villa, hacivat, deniz tarağı ve şizofreni

Ben böyle bir iş dünyası olduğunu bilseydim yazar filan olmazdım açık söylüyorum.

Kürşat Başar

Kürşat Başar


Havuzlu villa, hacivat, deniz tarağı ve şizofreni

Dizilere bakacak olursak Türkiye'de hayat şöyle geçiyor. Neredeyse yeni liseyi bitirmiş çocuklar bile milyon dolarlık arabalardan aşağısına binmiyor. Çoğu kişi, havuzlu villalarda yaşıyor. (Biz alamadıysak hala, o bizim suçumuz.) Herkesin evinde birkaç hizmetçi, şoför, uşak çalışıyor. Ayrıca bunların korumaları, onu getir, bunu döv filan diyecekleri adamları da var. Kızların hepsi moda dergisinden fırlamış gibi giysilerle dolaşıyorlar. Oğlanların hepsi Hacivat gibi sakallı ve son moda giyiniyorlar. Kızların büyük bölümü prenses havasında gezse de her an aklına esene dalacakmış gibi bir havada. Bir tek laf söylense birdenbire çılgına dönüveriyorlar. O çıtıpıtı hal gidiyor, içinden chucky çıkıyor. Çantalar, ayakkabılar, giysiler, telefonlar, arabalar her şey en lüks cinsinden… Millet yattan iniyor, cipe biniyor, cipten iniyor, Ferrari’ye biniyor. Güneydoğu’da geçen dizilerde bile maşallah yoksul kimse yok. Herkesin emrinde bir sürü insan çalışıyor. Oralarda şu anda neler oluyor acaba kimse düşünüyor mu; yoksa bu Mardin, bu Urfa bizim gördüğümüz yerler değil de onların çizgi filmde yeniden yaratılmış hali mi? İş adamı rolünde oynayanların tek yaptığı da havalı gökdelen ofislerinde mini etekli sekreterlerine birtakım kağıtlar imzalamak… Ben böyle bir iş dünyası olduğunu bilseydim yazar filan olmazdım açık söylüyorum.

Reklamlara bakarsanız durum çok farklı değil. Herkesin devasa mutfakları, spa büyüklüğünde banyoları, muazzam evleri var. En kötüsü, birkaç katlı evde oturuyor. Havuzlu villası yoksa yalısı var. Orman benzeri bir bahçede sarışın çocuklar, bol tüylü köpekleriyle oynayarak İsveç’ten gelmişe benzer annelerinin ekmeğe sürdüğü yağı yiyorlar. (Bu kadar iyi durumdayken niye ekmeğe sürülmüş margarin yediklerini bilmiyoruz.) Şirket çalışanları manken ajansından çıkmış gibi bir görüntüdeler ve unutulmaz müzikaller eşliğinde çalışma masalarının üzerinde dans ediyorlar. (Ki genelde şirketlerimizde durum budur!) Asgari ücretle bankada çalışanlar çılgınca mutlu… Bu insanlar bir yerlerde sahiden var da biz mi hiç görmüyoruz yoksa aslında Danimarka’da yaşıyoruz ve farkında mı değiliz?

Yarışma programlarına gelirseniz orada da ayrı bir dünya var. Bilgi yarışmasından gardırop yarışmasına, Survivor’dan evlilik programına kadar her yerde gençlerde aynı hava sürüyor. Hemen hepsi kendisini dünyanın en yakışıklı, en güzel, en havalı, en zeki insanı olarak gördüklerini uzun uzun anlatmaktan çekinmiyor. Ara sıra onlarla birlikte ekrana gelen aileler de ayrı fikirde. Çocuklarına toz kondurmuyorlar. Jüriler, sunucular filan da bu durumu ellerinden geldiğince parlatıyorlar. Dört şık içinden ikisini eleyip birini de arkadaşı söylediği halde yine de yanlış şıkkı seçen arkadaşlar buna rağmen kendilerinden kuşkuya düşmüyor… “Heyecandan oldu, bir an şaşırdım” gibi şeyler söylüyorlar. Bilmemne üniversitesinde master yapmış arkadaşın heyecandan cevap veremediği soru şöyle bir şey: “Aşağıdakilerden hangisi bakliyattır?” a)Enginar b)Hıyar c)Nohut d)Brokoli Cevap: “Enginar hiç bilmiyorum. Brokoliyle nohut arasında kaldım…” Hani sunucunun yerinde olsa insanın, hayır (B) şıkkı diyesi geliyor.

Ekranları artık neredeyse ele geçirmiş olan yemek programlarıysa başka bir olay… Bir yandan bin yıllık dolmayı, mantıyı sanki ilk kez görmüşüz gibi anlatanlar, öte yandan bezelye sosunda deniz tarağı veya ahtapot carpaccio’nun yeterince ince kesilmediği üzerine ahkam kesenler… Hatta o da yetmez, İtalya’nın hangi bölgesinde bresaola’nın daha iyi yapıldığını anlatanlar… Ülkece anlaşılan bir elimiz yağda, bir elimiz balda. En büyük sıkıntımız akşama kuzu kavurma gibi klasik bir yemek mi yapsak yoksa salmon roll olayına mı girsek? Altın gününde arkadaşlara, değişiklik olarak, havyarlı kanepe mi sunsak? Bu arada sağlıklı beslenme programlarını da atlamayalım tabii… Vatandaş artık yoksulluk sınırını filan çoktan aşmış, organik enginar kalbini şarapla mı pişirecek yoksa zerdeçalle mi tüketecek, brokoliyi çocuklarına hangi sosla verecek onu öğreniyor. E, sonra çağ atladık, dünyayı solladık, refah seviyemiz hepsinin üstünde, Avrupa bizi kıskanıyor diyenlere niye bozuluyoruz onu anlamadım.

Şimdi herkes bana kızacak. Diyeceklerini çok iyi biliyorum. ‘Halk bunları seviyor’ ve ‘bütün dünyada yapılıyor bu programlar…’ E, doğru da, Miami’de, Los Angeles’ta, Orange County’de veya St. Tropez’de böyle insanlar sahiden var. Kılık kıyafet yarışmasında, ‘beach’e, happy hour’a gidiyorum, ona göre giyindim’ diyen kızımızı görünce insan memleketin yarısı şu an happy hour’da lounge müzikle zıplıyor, ben niye evdeyim diye bir üzüntüye kapılıyor haliyle… Ve eğer halk sabahtan akşama porno izlemek istiyor olsa onu yayınlayacak mıyız? Gerçi bu, evlenme programlarından daha faydalı olabilir o ayrı…

Bu bir tür toplumsal şizofreni hali mi, bu işleri yapan arkadaşların tümüyle bir hayal aleminde yaşaması hali mi, millete zenginliği pompalayalım da herkes sınıf atlamaya çalışsın, başka işle uğraşmasın kafası mı, bilemiyorum. Herhalde değerli psikyatrlarımız, psikologlarımız, sosyologlarımız ilgileniyordur bu konuyla…