Bir yılın muhasebesi

Neler yaşamışız neler...

Yonca Tokbaş

Yonca Tokbaş


Bir yılın muhasebesi

‘MUHABBET İSTİYORUM...’ DEMİŞİM OCAK ELELE’SİNDE...

Hayatta en sevdiğim, en çok sevdiğim şeydir muhabbet. En çok değer verdiğim şeylerden biridir.

Keyiflisi, dertlisi... Her türlüsü.

Yeter ki muhabbet olsun. Oturur konuşursun. Bir çay demlersin bir kahve.

Kesmez bazen, damardan gider konular, koyarsın bir kadeh bir şey, devam edersin muhabbete.

İnsanı kör kuyulardan çıkaran, hayata bağlayan, hayata döndüren bir şeydir.

Karı-koca arası muhabbet, arkadaşlarınla muhabbet, sevgilinle, ailenle muhabbetin iyi oldu mu, hayat bir şekilde daha tatlı akar gider.

Yokluğu felaket.

Uzun zamandır, hem de hayli uzun zamandır bunu düşünüyorum.

Ne oldu bizim muhabbetimize?

Ben insanların sesini, sevdiklerimin sesini giderek az duyar oldum.

Ten tene, göz göze, ne bileyim bir koltukta yan yana oturup el kol

işaretlerini görerek, beden dilini gözlemleyerek muhabbeti inanılmaz hasretle özler oldum. Sürekli mesaj geliyor WhatsApp’tan.

Snapchat ekranı arkasındayız sürekli.

Instagram ortamında muhabbet ediyoruz.

Facebook hayatımıza girdiğinden beri ne çok insana kavuştuk sözümona ama yapayalnız kaldık ekranın bu yanında.

Her şey yazarak anlatılıyor.

Yazmanın bile bir süre sonra tadı kalmıyor. Kısa keser hale geliyorsun...

Kısaltmalar başlıyor kelimeler yerine.

Yakında tek harfe inecek ilişkiler belki de...

İlişkiler dedim de...

İlişki dediğimiz şeyin tanımı ne olacak sizce?

Biraz içim buruk bu konuda.

Sesimi özledim.

Sesleri, yüzleri, nefesleri, duyguları hissetmeyi özledim.

2017 senden çok rica ederim, yürekten gönülden dilerim, muhabbetle gel bize.

Sanal manal olmasın. Filtrelere takılmasın, filtrelerle sunileşip yapmacıklaşmasın.

Harbi muhabbet...

Yonca ‘Muhabbet kuşu’

ŞUBAT ‘KIRIK DÖKÜK’ GEÇMİŞ...

Kapansın bu dönem, yenisi açılsın diye bekliyorum.

Dünyanın en sabırlı insanıyım; ama yanı başım sabırsız dolu.

Geçirdiğim bu zor dönem için;

“Sen de mevsimler gibisin Yoncacım, olur böyle, kendine kızma, beceriksizsin sanma. Kendine merhamet et” dedim.

Hiçbir insan sonsuza kadar ağlayamıyor. Gözyaşı tükeniyor.

Hiçbir insan sonsuza kadar mutlu veya mutsuz olmuyor. İniyor çıkıyor ibreler. Sıkılıyorsun sonra o ruh halinden, hemen kendini topluyorsun.

Yeter ki sana o zaman, mekan ve anlayış verilsin.

Yüklerimiz çok ağır. Hani bu yüklerden kurtulacak olduğun bitiş tarihi de yok.

Tepesinden köküne asit dökülmüş ağaca dönüyoruz kimi zaman.

Yanık!

Kökleri kurtarmak kolay değil.

Hep çaba... Sabır... Zaman... Emek...

Diyeceğim o ki;

inanın artık herkesi, hepimizi anlıyorum.

Neyse odur. Senin derdin sana ağır, benimki bana.

O anda gözün ondan başka bir şeyi de göremiyor.

İhtiyaç bazen sessizlik, bazen ağlamak, bazen de müzik... Veya yalnız kalmak veya sarılmak.

Seni çözen neyse o.

Değerlerine sahip çıkarak bir şeyleri ayakta tutmaya çabalamak çok zor.

Her şeye yetişmeyi denemek, herkesi mutlu etmeye, sağlığına emek vermeye çalışmak yorucu.

‘Ayol bıraksana, rahat ol’ da dememek lazım.

Gün geliyor koyverebiliyorsun, gün geliyor takılı kalıyorsun.

İngilizcede bir deyim var ‘I feel for you’. Senin için senin gibi hissediyorum mu desem ne desem... Çok anlamlı bir deyim.

Anlıyorum demek...

Anlaşılmak, kabul görmek, kucaklanmak...

Pek değerli bu ara.

Lüks hatta...

Şubat mucizelerle gelsin e mi, yazacaktım.

Vazgeçtim.

Şubat mucizelerle geldi!

Yazmaya karar verdim, yazdım gitti...

Yonca ‘Kırık dökük’

YA BU GÖL O YOĞURTLA MAYA TUTARSA....

Mart gelmiş... Sabır demişim...

Merak ediyorum!

Bu dünyada tacize uğramamış kadın var mı?

Tacizi tecavüzü nasıl bir tanımla tam ifade edebiliriz, sınırlarını nerede başlatıp bitirebiliriz, onu da bilemiyorum.

Çünkü; çünkü senin benim taciz dediğime bir başkası ‘eğleniyordum ben’ diye bakıyor.

Tecavüz dediğine bir başkası için ‘o

kadın benim hakkımdı, hakkımı aldım’ diye bakıyor.

Amerika’nın bir eyaletinde tacize giren şey, yan eyalette tecavüz sayılıyor.

Bizim burada o olay zaten sorun bile değil. Biz de o sırada suçlu, ya kıyafetin

veya sokakta olduğun saat.

Birlikte yaşayıp başka dünyaların

insanları olmak sorunumuz söz konusu.

Bu ülkede sorun ne biliyor musunuz?

Oturmuş ekran başında, köşe başında, orada burada, hiç bilmediği hayatlar üzerinde iki kelime üzerinden yüzyılın edebiyatını yapabiliyor.

Kendinde o insanlar hakkında bir laga luga yapma hakkı görüyor.

De ne hakla?

Hakimden çok hakim, avukattan çok avukat, sanıktan çok sanık, davacıdan çok davacı. Kimi zaman mağdurdan çok mağdur hatta.

Yonca ‘Sabır’ diyerek bitirmişim mart ayını da...

NİSANDA BİR AÇILMIŞIM...

Kendimize hiç iyi davranmayan cümlelerimiz var kafada ve ağzımızda.

Oysa nefes sesi öyle huzurlu ki!

Nefesimin sesi!

Bundan sonra nefesimin değeri, kıymeti bambaşka. Çenemin kalbime boş yere nefes tükettirdiği şeylere bir durur bakarım. Kendimi anlatacağım diye yorduğum kalbime az daha nefes kazandırırım.

Sessizliğin insana kazandırdığı müthiş bir bilgi ve güç varmış...

Dinlemek...

Dinlemeyi öğrenmek kalbinde kocaman bir kapı açarmış.

Hayatımı, şapadanak çıkıverdiğim yolları, ahanda şu çarpan kalbimin esip de beni götürdüğü yerleri bir seviyorum ki sormayın!

Yıllardır kendimle böyle gelgitli, aşklı, kavgalı bir muhabbet edememişim.

Kafamdaki kavga bitti.

Kendimle muhabbetim geri geldi.

Yonca ‘Açık kapı’ diyerek sonlandırmışım yazımı da...

MAYISTA İSYAN ETMİŞİM.

Kendinize bu dünyanın manyak görüntü takıntısı yüzünden, işin çoğu zaman gerçeğini anlatmayan reklam kokan hareketler yüzünden boşuna acı çektirmeyin...

Şu hayata bir kere geldik...

Sağlıkla yaşayalım, yaşlanalım...

Kendimizi olduğumuz gibi sevelim...

Bir gecede doğmadık. Bir gecede büyümedik... Bir gecede şoklanıp inceleceğiz diye ölüp gitmeyelim...

Yonca ‘İsyan’ etmiş en atarlısından hatta...

HAZİRANDA KENDİME NASİHAT ETMİŞİM

“Kendim için önemli olduğunu bildiğim şeylerde, olay ve kişilerden etkilenmek, planlarımı bozmak istemiyorum.

Bu kendimden vazgeçmek oluyor.

Bana iyi gelmiyor.

Kendime kötülük yapıyorum, olmuyor…”

Ve “Bana doğa iyi geliyor” demişim.

Ne büyük kudreti var biliyor musunuz ufku görebilmenin, ağaçların altında, yanında, ortasında durabilmenin.

Hayatta doğanın insana verdiği sağlığa, dinginliğe, cesarete ve umuda inandığım kadar başka bir şeye inanmıyorum.

Canınızı ne yakıyorsa, kim incitiyorsa duygularınızı, veya baktınız tadınız yok ve ne yapacağınızı bilemiyorsunuz, kaçın en yakınızdaki ağacın yanına. Bir bakın ona.

Dokunun. Susun yanında. Beraber nefes alın azıcık... 

Sonra...

Sonrası mucize olacak.

Demişti dersiniz bana...

Yonca ‘Kendinde kal’ yazmışım kocaman bir umutla...

TEMMUZDA 10 DAKİKA MOLA İSTEMİŞİM

Sanki 10 parmağımın hepsi aynıymış gibi bütün dünyanın kendi işine uygun gelen saate göre hareket etmek zorunda bırakılmak yoruyor beni.

Ben de mola veriyorum arada bir.

Bakıyorum bir aralık var önümde.

Hemen değerlendiriyorum.

Yatmıyorum o saatte, huzurla.

Yapmıyorum o antrenmanı canım istemediyse.

Gitmiyorum o yere, almıyorum o şeyi, yemiyorum o denilen saatte.

Mola veriyorum tüm dayatılmış ve doğru ve iyi olduğu söylenen rutinlere...

Nasıl iyi geliyor anlatamam size.

Bana benim aslında özgür bir bedene ve ruha sahip olduğumu; düzenlerin kölesi olmadığımı hatırlatıyor...

Ömrüm işte tam da o kısacık molalarda nefes alıp uzuyor.

Yonca ‘Mola’ demişim de alabildim miydi harbi acaba?

AĞUSTOS DOĞUM GÜNÜM BENİM YA... KENDİME DİLEKLER ADAMIŞIM...

En başta benim kendi canım bedenime bakışımın değişmediği, kadının kadına bakışının, yermelerinin değişmediği bir diyarda ‘kadının hak ve özgürlüğü ve/ya benim bedenim benim tercihim’ sloganları ne kadar gerçekçi acaba?

Önce kendi kendimizi sevmemiz, kabul etmemiz ve birbirimize bakarkenki o ‘güzel çirkin yargısını’ yıkmamız gerek gibi.

Hamile kadınlara bile görüntüsel standart getirildi, dikkatinizi çekerim!

Alt bantta sağlıktan dem vurup sağlıksız olmanı bile göze aldıracak kadar bir şekil olma baskısı var her daim havada.

‘Ah benim canım kadın bedenim’ bütün bunlara dayandığın için teşekkür ederim...

Tam tamına 44 yaşındayım artık.

Hayatımda hayalini kurduğum, merak ettiğim şeyler için çok çalışıyorum.

Bir fark ettim ki hayatı geriye sararak yaşıyorum.

Beni doğuştan bıraksak bugünkü kendi seçimlerime gelirdim.

Yani eminim yine gelir, gider, spor yapar ve yazardım ve elimden geldiğince doğaya bakardım, ağaçlarla toprakla ilgili olurdum, insanlara yardım etmeye çalışırdım.

Çocukluğumu düşünürken bir şey hatırladım.

Ankara Yazanlar Sokak’ta büyüdüm.

Dik bir yokuşu vardı sokağın.

Mahalledeki arkadaşlarımı ikna eder, yokuşa çıkacak arabaların önünde ellerimizi kenetler, zincir yapar, apartman görevlisinin çocuklarına defter, kitap, giysi almak için para isterdim. Onlar da mahallenin insanı, bizi tanır, gülümseyerek verirlerdi.

En iyi yakan top oynayan, canları toplayan, koşturanlardan biriydim. Sürekli hayal kurup yazardım kafamda...

E geldim 44 yaşıma ve bakıyorum giderek o çocuğa yaklaşarak yaşlanıyorum.

Bir çeşit Benjamin Button hikayesiymiş hayat gerçekten.

Ya da benimki öyle.

Ben yaşlanmayı sevdim be kadınlar...

44 yaşımda nihayet, kendime koyduğum acayip kuralları bozarken gülüyorum.

Yonca bırak... Bırak canını üzme, diyorum.

Olağanüstü güzel bir arkadaş çevresi edinmişim.

Muhabbetimiz çok iyi.

Bana her şeyi yüzüme söyleyen, düştüğümde sarıp sarmalayan, olduğum gibi kabul eden can dostlarım var ve insan yaşlanırken, bundan daha kıymetli ne var, sağlığı da iyiyse bilmiyorum.

Elimde olsa sizleri de bulup sarılmak ve korkmayın yaşlanmaktan derdim.

Sanki biraz daha rahatlık var yaşlanmakta.

En azından bir dolu anlamsız yükü arkada bırakma dönemin geliyor ve aslında yaşlanmak dediğin şey ruhunu yaşayamadığı gençliği yaşamaya başlıyor.

Beden yaşınla ruh saatin ters yönünde ilerliyor.

44 yaşıma girerken hissettiğim yaş

16 arkadaşlar...

Nihayet 4-4’lük bir kadın oldum, evet.

Yonca ‘Doğdum’ diyerek bitirmişim...

EYLÜLDE YOKUM...

Yok. Yazım yok. Elele’de yazamamışım. Yeğenlerim, kardeşimin ikizleri geldi aniden...

Kitlenip kalmışım...

EKİMDE KAZANDIĞIM DAVAYI YAZMIŞIM...

Ülkemin her yerinde kadınlar, çocuklar, her bir birey; özgürce, huzurla ve güvenle yaşayabilsin, dolaşabilsin, koşabilsin gülüp nefes alsın ve adalet işleyebilsin diye biz yapabilenler bir şekilde hakkımızı aramalıyız.

Bu yazıyı da bu bilinçle yazıyorum.

Çünkü olanları bilenler, taciz davamın sonucunu paylaştığımda hep aynı cümleyi söyledi;

“Hala hak hukuk adalet var demek ki!”

Evet var!

İnsan insana sarılınca, güller çiçekler açarmış dikenli karanlık ürküten her yolda...

Ben davayı değil, o köyü, o bölgeyi ve özgürlüğümüzü, sevgiyi kazanmışım aslında...

Yonca ‘Muzaffer’

KASIM ‘CESARET’ DEMİŞİM...

“Meğer kabullenmek kaybetmek değil kazanmakmış... Koşulu, o an elinde olanları kabul ettin mi, halletmek de kolaylaşıyormuş. Kabul etmeden savaş haline giriyormuşsun” yazmışım...

“Hey Kadınlar!” diye devam etmişim...

Bize kabullenmek, ‘bırakmak, kaybetmek’ diye anlatıldı.

Kabullenmek, bırakmak, kimi zaman büyük bir zafer olabiliyor ve bundan hiç bahsedilmedi.

Mesela bir de, hep başkasının seni yüreklendirmesi veya yapamazsın demesiyle de çok ilgilendik gibi geldi bana yol boyu düşündükçe. Başkasının bana, ‘Yaparsın/yapamazsın’ demesiyle mesai harcayacağıma

‘Yapar mıyım yapamaz mıyım?’ diye sırf meraktan denemeye kalksam zaten cevabı kendim bulurdum. Büyük ihtimalle de yapardım veya yapabildiğim kadarını görürdüm.

Şimdi bütün bu yazıdan şunu alıp gitmenizi dilerim...

Yola çık.

İçine düşeni kimseye sorma.

Kendine sor.

Cevabın neyse yap. Oturarak düşünme. Yolda düşün.

Gelsin karşına sorunlar, o anda o koşulda, oracıkta çözüm bul. Yola çıkmasan zaten sorun ne bilemeyeceksin, karşına da çıkmamış olacak, e çıkmayan sorun yüzünden yola çıkmadığın için çözemeyeceksin. Kalakalmış şekilde kafayı yiyor olacaksın.

Yeme! Kalk git yap!

Yapamazsan da dersin ki, yok anacım bana göre değilmiş.

Bunu diyen sen ol.

Başkası senin adına demesin.

Bu da birdir işte, sıfır yerine.

Yonca ‘Cesaret’

DERKEN GELDİ İŞTE ARALIK

2016 da kaldı mı geride... Kaldı. Koca bir yıl Elele’de yazdıklarımdan bir yıllık muhasebeme baktım. Ocakta bu yıla ne kadar zorlanarak başladığımı, koca bir yılın içinde ne çok iniş çıkış, düşüş kalkış yaşadığımı okumasam hatırlamadığımı anladım...

Bir yıla geri dönüp bakmak müthiş bir etki yapıyor insan üstünde, onu anladım. Hele de böyle yazılı kanıt varsa elinde benim gibi, etkisi gül bitiren tokat gibi.

Kırık dökük başlayıp cesarete vardığıma ve şu anda ‘Ocak, şubat, martta harbi böyleydi, peki nerede kaldı o kırık dökük Yonca, nasıl ayağa kalktı, şaka gibi!’ dediğime göre... Her şeye rağmen şu satırları yazdığım aralık ayına varıp, okuduklarıma bakıp, “Kızım amma melankolikmişsin be bu sene” derken, kendimle dalga geçtiğime göre...

Kim bilir 2017 nasıl başlayacak, nasıl bitecek?

Bilmiyorum.

Hele bir gelsin, yaşarız elbet...

Ağlayacaksak ağlar, güleceksek güleriz.

Önemli olan geriye bakıp, öyle ya da böyle, bu da benim hayatım diyebilmek.

Yonca ‘My way’