Türk sineması 100 yaşında!

Türk sineması, ilk Türk filmi kabul edilen "Ayastefanos Abidesinin Yıkılışı"nın bugün 100'üncü yaşını kutluyor.

Türk sineması 100 yaşında!

Osmanlı coğrafyasının beyaz perdeyle tanışmasından tiyatro kökenli ilk dönem filmlere, "Fransız kızlar" için uygulanan ilk sansürden bir döneme damga vuran Muhsin Ertuğrul'a ve Yeşilçam'dan milenyumla yeniden ivme kazanan yerli filmlere Türk sineması, dünyanın en eski ulusal sinemaları arasında yer alıyor.

İstanbul Şehir Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Peyami Çelikcan, araştırmacı ve yazarlar tarafından başlangıç alındığı tarih dolayısıyla zaman zaman tartışmaların odağı olan Türk sinemasına ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

Sinemanın bu topraklardaki geçmişinin çok daha eskilere dayandığını belirten Çelikcan, "Bu yıl 100. yaşını kutladığımız sinemamızın geçmişi,  İstanbul'da ilk film gösteriminin yapıldığı 1896'ya kadar uzanıyor. O yıl, Beyoğlu'nda başlayan sinema gösterimlerinin ardından geleneksel temaşa sanatının sergilendiği alanlarda film gösterimlerinin yapılmasıyla sinema seyircisi oluşuyor. Dünya sinemasının başlangıcının da Lumiere Kardeşlerin 1895'te Paris'te ilk filmlerinin seyirciyle buluşmasıyla başlatıldığı göz önüne alındığında,
aslında Türk sinemasının başlangıcını da 1896 almak daha uygun olur" diye konuştu.

Çelikcan, 1914'e gelene kadar Avrupalı sinemacıların Osmanlı coğrafyasına ilgisi dolayısıyla yüzyılın başından itibaren çeşitli çalışmalar yapıldığını, film çekim ve gösterimine ilişkin ilk yasal düzenlemenin hazırlandığını ve Osmanlı tebaasından Makedon asıllı Manaki Kardeşlerce 1911 yılında da belgesel filmler çekildiğini anlattı.

Çelikcan, Osmanlı ordusunda görevli Fuat Uzkınay'ın 1914'teki çektiği ve günümüze ulaşan hiçbir kopyasının bulunmadığı filmin, dönemin koşulları  dolayısıyla Türk sinemasının başlangıcı olarak referans alındığını söyledi.

Beyaz perdeye ilk yansıma Yıldız Sarayı'nda
Osmanlı Devleti, dünyanın ilk kez Lumiere Kardeşler'in 1895'te çektiği bir trenin gardan hareketini gösteren filme hemen ilgi göstererek, Yıldız Sarayı'ndaki ilk gösterimle bu topraklar "büyülü dünya" ile tanıştı. Türk sinemasının ilk adımı ise 1.Dünya Savaşı'nın başladığı günlerde yedek subaylığını yapan Fuat Uzkınay'ın yönetmenliğinde 14 Kasım 1914'te propaganda amaçlı çekilen "Ayastefanos'taki Rus Abidesinin Yıkılışı" belgeseliyle atıldı. Ardından, Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın emriyle 1915'te Merkez Ordu Sinema Dairesinin (MOSD) kurulmasıyla hem Türkiye'yi ziyarete gelen imparatorların gezi belgeselleri hem de birkaç öykülü film denemeleri yapıldı.

Türk sinemasında ilk sansür "Fransız kızları" için yapıldı
Dönemin sevilen tiyatro oyunu Leblebici Horhor ile "Himmet Ağanın İzdivacı", 1916'da çekilmeye başlamasına rağmen savaş koşullarında vaktinde tamamlanamadı. Dolayısıyla Türk sinemasında yarım kalmadan çekilen ilk öykülü film, İstanbul'un işgaliyle MOSD'un sinemayla ilgili tüm malzemelerinin devredildiği Müdafaa-i Milliye Cemiyetinin Sedat Simavi'ye ısmarladığı "Pençe" ve "Casus" filmleri oldu. Türk sinemasında sansür ilk kez, İstanbul'un İtilaf devletlerinin işgali altında bulunduğu 1919'da çekilen "Mürebbiye" filmine uygulandı. Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın aynı adlı eserinden Fuat Uzkınay'ın yapımcılığında beyaz perdeye aktarılan sessiz film, Fransız kadınları kötü gösterdiği gerekçesiyle yasaklanmasına rağmen gizlice gösterildi.

Türk sineması ilk komedi film serisine ise 1921'de gösterilen "Bican Efendi" ile kavuştu.

Sinemada "tek adam" dönemi
İlk özel yapımevi Kemal Film'in kuruluşuyla Türk sinemasında yeni bir dönem başladı. Muhsin Ertuğrul, yurt dışında edindiği sinema tecrübesiyle uzun yıllar "tek adam" olarak pek çok ilki hayata geçirdi. "İstanbul'da Bir Facia-i Aşk" filmiyle Türk sinemasına adım atan Ertuğrul, aleyhlerinde çekildiği düşüncesiyle film setinin Bektaşilerce basıldığı "Boğaziçi Esrarı", ilk kez Türk kadınlarının rol aldığı "Ateşten Gömlek", ilk ortak yapım (Türk-Mısır-Yunan) "İstanbul Sokaklarında" filmlerinin de aralarında olduğu yapımlara imza attı.

Türk sineması ilk uluslararası ödülünü, Ertuğrul'un 1934'te ikinci kez perdeye uyarladığı "Leblebici Horhor Ağa"nın Venedik 2. Uluslararası Film Şenliği'nde "onur diploması"na layık görülmesiyle aldı.

2. Dünya Savaşı'nın olumsuz etkisiyle 1939-1945 yıllarında çok az sayıda filmin üretildiği Türk sinemasının yerini yabancı filmlerin doldururken, "Yerli Film Yapanlar Cemiyeti"nce 1948 yılında ilk kez düzenlenen yarışma sektöre canlılık getirdi.

Sinemamızın "altın çağı"
Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Türk sineması büyük bir atılım yaptı. Sinemacı Ömer Lütfi Akad'ın 1949 yılında çektiği "Vurun Kahpeye", sektörü yeniden şekillendirdi. Tarihi filmler, roman uyarlamaları, şehir hikayelerinin de ağırlık kazandığı 50'li yıllarda bir sinema dili oluşturulmaya başlandı. Yönetmen Akad'ın parladığı bul yıllarda, Türk sinemasının da yıldızları yükselerek Ayhan Işık, Belgin Doruk, Zeki Müren, Fikret Hakan gibi isimlere kavuştu.

Film üretim verimliliğinin en üst noktaya çıktığı 1960'lı yıllarda ise sinema ulusal bir kimliğe büründü. Yapım, üretim ve dağıtım gücü bakımından "altın çağ" kabul edilen bu dönemde, 1963'ten itibaren renkli filmler ağırlık kazandı. Türk sineması, 1966 yılında 241 film üreterek dünya uzun metraj film üretimi sıralamasında 4'üncü oldu. Memduh Ün, Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Ertem Eğilmez, Halit Refiğ gibi yönetmenlerin yanı sıra Cüneyt Arkın, Hülya Koçyiğit, Kartal Tibet, Yılmaz Güney, Fatma Girik, Türkan Şoray gibi oyuncular da sinema
dünyasına adım attı.

İlk "Altın Portakal" ve "Altın Ayı" ödülleri
Türk sineması uluslararası ilk büyük zaferine, 1964'te Berlin Film Şenliği'nde "Altın Ayı"yı kazanan Metin Erksan'ın "Susuz Yaz" filmiyle ulaştı. Kültür ve Turizm Bakanlığınca bu yaz gerçekleştirilen "En İyi 100 Film" anketinde halkın oymasıyla da birinci seçilen Susuz Yaz, Türk sinemasının en iyi filmi olarak yüzyıla damga vurdu. Aynı yıl Türk Film Prodüktörleri Cemiyeti ve Antalya Belediyesinin ortak girişimleriyle I. Antalya Film Festivali (Altın Portakal) düzenlendi.

1965'ten itibaren, bir filmin 5-6 günde tamamlandığı, iç içe filmler çevrildiği "hızlı" film furyası başladı. Günlük gazetelerde ve dergilerde yayınlanan çizgi romanlarla fotoromanların beyaz perdeye de yansıtılmasıyla başlayan avantür filmler modasıyla başta Killing olmak üzere Baytekin, Fantoma, Mandrake, Uçan Adam gibi filmler çekildi.

Beyazperdede farklı türler
Televizyonun evlere girmesinin sinemadan uzaklaşıldığı 1970'li yıllarda, bu zamana kadar çekilen melodramlar, komediler, sosyal içerikli dramlarla halkın içine giren, Ortadoğu ve Balkan ülkelerinde de izlenir hale gelen Türk sinemasının, çeşitli furyaların etkisiyle kalitesi düştü, sektör daralma sürecine girdi. Türkiye ve dünyadaki olayların etkisiyle 70'ler hem
arabesk hem Almanya'ya işçi göçü dolayısıyla gurbet hem "Karaoğlan", "Malkoçoğlu", "Tarkan"lı, "Çeko", "Zorro", "Killing", "Tom Miks", "Süperman"li fantastik, avantür hem de erotik filmlerin çekildiği dönem oldu.

Öte yandan, Atıf Yılmaz'ın "Selvi Boylum Al Yazmalım", "Kibar Feyzo", Lütfi Akad'ın "Gelin", "Düğün" ve "Diyet" üçlemesi, Metin Erksan'ın "Sensiz Yaşayamam", Erden Kıral'ın "Kanal", Ali Özgentürk'ün "Hazal", Yılmaz Güney'in "Umut", "Arkadaş" filmleri dönemin dikkat çeken yapımları arasında yer aldı.

Türk sinemasında Ertem Göreç'in "Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler"iyle ilk kez masal uyarlaması filmler görücüye çıkarken, Türker İnanoğlu'nun canlandırdığı "Yumurcak", Menderes Utku'nun "Afacan" filmleri de sinemada "çocuk kahramanlar" ortaya çıkardı. Bu dönem ayrıca Şule Yüksel Şenler'in Huzur Sokağı romanından uyarlanan "Birleşen Yollar"ın beğenilmesiyle din temalı filmler de bir biri ardına beyaz perdeye yansıdı.

Sinemaya "darbe" etkisi
Türk sineması, 1980 darbesinin etkisiyle dönüşüm yaşarken, filmlerin başrol oyuncusu yerine yönetmeniyle anılmaya başlamasıyla "Yeşilçam" dönemi sona erdi. Bunun yanı sıra 1980'lerin başlarında 70 civarında film üretilirken 1984'ten itibaren yıllık 100 filmin üzerine çıkıldı ve sanat filmlerine ağırlık verildi.

Film festivallerinin kendi seyirci kitlesini oluşturmaya başladığı bu dönemde, Türk sineması Cannes Film Festivali'nin büyük ödülü "Altın Palmiye"ye, ilk kez Şerif Gören ve Yılmaz Güney'in "Yol" filmiyle 1982'de sahip oldu. 

1990'lar "Eşkıya" ile canlandı
Türk sinemasının krize girdiği 1990'lı yıllarda film üretimi sayısı yılda 10'a kadar düştü. Sinemaların kapandığı, televizyon kanallarının çeşitlendiği, VCD-DVD'lerle alternatif izleme alanlarının ortaya çıktığı dönemde Türk sineması kimlik arayışına girdi.

Yönetmenlerin daha gerçekçi ve yaşamın içinden küçük öykülerin anlatıldığı yapımlara yöneldiği bu dönemde televizyon kanallarının desteğiyle de pek çok film üretildi.

Yavuz Turgul'un 1996'da çektiği "Eşkiya" filmi 90'ların en önemli yapımı olurken, Türk sinemasının yeniden zirveye çıkması için gereken ivmeyi sağladı.

Sinan Çetin'in "Berlin in Berlin", Ömer Vargı'nın "Her Şey Çok Güzel Olacak", Mustafa Altıoklar'ın "Ağır Roman", Derviş Zam'in "Tabutta Rövaşata", Reha Erdem'in "Kaç Para Kaç", Tomris Giritlioğlu'nun "Salkım Hanımın Taneleri" dönemin dikkat çeken yapımları arasında yer aldı.

Milenyumun bereketi
Türk sineması tırmanışa geçtiği 2000'li yıllarda ilk önemli başarısını, Nuri Bilge Ceylan'ın Uzak filminin 2003'te Cannes Film Festivali'nde "Jüri Büyük Ödülü"nü kazanmasıyla yakaladı.

Özellikle 2005'ten itibaren film üretim sayısında artışın yanı sıra yerli film seyircisi de sinemaları doldurdu. Rekorların kırıldığı bu yıllarda, Türk sineması bugüne kadarki en büyük gişesine ise 7 milyonu aşkın kişinin izlediği "Recep İvedik 4" filmiyle ulaştı.

2005 yılında 30 milyona yaklaşan sinema seyircisi sayısı geçen yıl 50 milyonu geçti. Vizyon gelirinin 505 milyonu aştığı sektörün toplam büyüklüğü ise 2 milyar lirayı aştı.

Sektör, 2013 yılı itibariyle 620 sinema binası, 2 bin 170 sinema perdesi ve 271 bin 250 sinema koltuğuyla sinemaseverlere hizmet veriyor. 

(AA)