Hem mutlu, hem umutlu

Televizyonda katıldığı Kelime Oyunu yarışmasındaki yaşam enerjisiyle hepimizi etkileyen serebral palsili Seben Ayşe Dayı, engelli algısını değiştirmek için yaptığı çalışmalarla da takdirimizi topluyor.

Hem mutlu, hem umutlu

Röportaj: Burçin Öztınaz
Fotoğraf: Nurdan Usta

Geçtiğimiz ay katıldığı televizyon yarışmasında butona basışı, doğru yanıtları verdiğindeki sevinci ve enerjisi izleyen herkesi derinden etkiledi. Kimimiz hayranlıkla kimimiz aydınlanmayla izledik onu. Ertuğrul Özkök, “Böyle sevinmek görülmemiştir” başlıklı çok güzel bir yazı da yazdı köşesinde sevinmek ve Seben’e dair… Onu tanımayı çok isteyerek gittik röportaja ve söyleşimiz bittiğinde azmi, yaşam enerjisi, renkli kişiliğiyle ne kadar güzel olduğunu bir kez daha gördük.

MUTLU AİLE=MUTLU ÇOCUK
İlk merak ettiğimiz annesi oldu. Nasıl bir kadın tarafından yetiştirilmişti? Seben, “Bir kere çok mutlu bir kadın tarafından büyütüldüm. Onun etkisi şüphesizdir. Çok güzel bir çocukluk geçirdim ben. Babaannenim kardeşleri, anneannemin kardeşleri, büyük bir aile şeklindeydik. Çekirdek aile yaşıyorduk ama haftanın 2-3 günü anneanneler, dedelerle birlikteydik. Ben sekiz aylıkken serebral palsi teşhisi konmuş bana. Ondan sonrasında da güzel ama çok zor bir maraton başladı. Çok soru soran, meraklı, herkese illallah dedirten bir çocuktum ve hala da öyleyim sanırım. Ailem kendi zekamın farkına varmamı çok güzel deklare etti bana. Bunu bana öyle güzel empoze ettiler ki, ‘Senin bedeninden çok aklına ihtiyacın var ve aklını çalıştırdığın sürece bedensel yetisizliklerin senin için çok küçülecek, önemsizleşecek’ diye… O yüzden hep araştıran bir çocuk oldum. Kendi tedavimle ilgili de çok azimli ve gayretliydim. Bana bir hareketi ‘5 kez yap’ derlerdi, ben 15 kere yapardım. Çünkü okula gitmeyi çok istiyordum. Bir an önce hayata karışmak istiyordum. Dışarıda neler oluyor hep merak ederdim.”

HAYATIMIZA DOKUNAN İNSANLAR...
Hayat ona iyi insanlarla karşılaşma lüksünü neyse ki ilkokul döneminde de sunmaktan kaçınmamış. Okul kayıtı sorunlu bir süreç olsa ve dönemin hatırı sayılır okullarından bazıları işi, “Bu çocuğu alırsak prestijimiz bozulur” demeye kadar vardırsalar da, başladığı devlet okulunda, “Hayatımın üçüncü önemli kadını ile tanıştım” dediği bir öğretmeni olmuş (diğer ikisi annesi ve babaannesinin ablası). Seben ilkokul günlerini şöyle anlatıyor: “Çok şanslıydım ki çok mükemmel bir ilkokul öğretmenim vardı: Handan Yenigün. Handan Hoca sınıfla benim ilişkimi kurmamı bana bıraktı hep. Bir yandan da bütün sınıfa benim eksik yanlarımı değil, yapabilir olduğum yanlarımı anlattı. Hep o yönlerimi ortaya çıkarttı. İlkokul hayatım çok güzel geçti. Aynı okulda sekiz yıl eğitim gördüm. Öğretmenlerim hep bana göre sınav yöntemleri geliştirdiler, okuyabilmem için her türlü imkanı sağladılar. Lise biraz sıkıntılıydı. Liseye giriş sınavında yanımdaki işaretçi sıralamayı kaydırdığı için normalde Galatasaray’ı kazanmam gerekirken hiçbir yeri kazanamadım. Notlar bir geldi 25’te 25 Türkçe, gerisi sıfır! Hukuksal yolları aradık ama ‘Kazanırsınız fakat süreç uzun sürer, o zamana kadar bu çocuk liseyi bitirir’ dediler. Ben de bir süper liseye yazıldım ama benim lisemde sözel bölüm açılmadı. Ben sözel okumak istiyordum. Çünkü üniversite için aklımda basın yayın ya da felsefe vardı.”

Üniversite sınavında Yeditepe Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’nü bursla kazanmış Seben ve birincilikle bitirmiş. Gazeteciliği seçmesinin nedenini ise şöyle açıklıyor: “Ailemde çok fazla gazeteci var. Hakkı Devrim, babannemin kız kardeşinin eşi. Onlar çok küçük yaştayken benim yazı kabiliyetimi fark etmişler ve beni hep bu yönde desteklediler. Gazeteciliği çok severek okudum, severek okuduğum için de birincilikle bitirdim. Gece yarısı Taksim’den çıkıp derse giden bir tiptim. Herkes ‘Vay vay kızdaki inekliğe bak’ derdi ama severek okuduğum için bütün dersleri severek, sindirerek çalıştım. Okulu dereceyle bitirince Yeditepe Üniversitesi, bölüm birincilerine burs veriyor. Bu başarı bursuyla bir sosyal bilim okumak lazım diye düşünüp antropolojiyi seçtim. Şu an tez aşamasındayım.”

Hem mutlu, hem umutlu - Resim : 1

MUTLULUK BİR SEÇİM
Kelime Oyunu’ndaki sevinci bizi öyle etkilemişti ki, mutluluk algısını ve onu sevindiren şeyleri sormasak olmazdı. Seben, “Ben çok çabuk mutlu olan bir insanım. Şu çiçeğin açışı bile beni mutlu eder ya da radyoda en sevdiğim şarkı çalsın, o beni mutlu eder. Çok yakın bir arkadaşım var serebral palsili, adı Serim, onunla derin sohbetler ederiz ve deriz ki: ‘Biz şu bardağı tutmak için bile o kadar çaba harcadık ki, bu bardağı tutabilmemiz bile bizim için mutluluk kaynağı.’ Sanırım mutluluğumuz oradan geliyor. Dokunduğumuz her şeyde ‘yaptım, başardım’ hissi oluyor. Diğer insanlarda bu kıymet olmadığı için belki mutlu olmaları daha zor. Kim ayakkabısını bağlamak için 11 yıl kendiyle mücadele etmiştir ki! Ayrıca annemin de etkisi büyük. Bizi her sabah şarkılarla, türkülerle uyandıran bir kadındır. O benden daha fazla yaşam enerjisine sahip. Zaten benim gibi bir çocuğu bugünlere getirmek takdir edersiniz ki yaşam enerjisi istiyor. Yaşadıklarıyla ilgili bir kitap projesi var annemin. Yazdı ama bir türlü toparlayamadı. Çünkü iş ve aile olarak çok fazla sorumluluğu olan bir kadın. Ben tezimi bitirince herhalde o da kitabını bitirir. Çünkü bu ara evde her şey benim üstüme programlı.”

ENGELLİ ALGISINDAKİ HATALAR
Engelli algısını değiştirmek için çalışmaları da var Seben’in. Okullarda Reggio Emilia felsefesiyle çocuklara yönelik farkındalık atölyeleri düzenliyor, sivil toplum kuruluşlarıyla çalışmalar yapıyor, üniversitelerin engelli yönetmeliklerini revize etmek için çabalıyor. İşe çocuklardan başlamak gerektiğini deneyimleriyle öğrenmiş ve çocukların engellileri ötekileştirmemesi ve farklılıklara saygı göstermelerini sağlamak adına çalışmalara başlamış.

Ülkemizdeki engelli algısı ne boyutta olabilir sizce? Seben’in anlattıklarına kulak verelim: “Yanlış İslamiyet’in getirdiği hurafelerle çok uğraşıyorsunuz. Özellikle küçükken annem bundan çok muzdaripti. Yolda bizi durdurup, ‘Kadın sen sevişirken ışığı açık mı bıraktın da bu çocuk böyle oldu!’ diyenler bile oldu. Annem bu insanları tek tek oturtup sabırla ‘Böyle bir şey değil bu. Ben bu çocuğu dokuz ay sağlıklı bir şekilde karnımda taşıdım, doğum anındaki doktorun hatasıyla oksijensiz kalmasıyla başımıza bu geldi’ diye anlatıyordu. Liseden sonra ben şehrin içinde tek başıma bir yerlere gitmeye başladığımda insanlar korkuyorlardı ister istemez. Kadıköy’e giderken bir teyze tuttu beni, ‘Ah sen kayboldun mu?’ diye beni karakola götürdü. Karakola giderken ‘Teyzecim ben işe yetişeceğim, ben okuyorum, bir yandan da çalışıyorum’ dedim ama dinlemedi. En ilginçlerinden biri de bir gün otobüs beklerken bir amca elime beş lira sıkıştırdı. ‘Bana bir şey al mı demek istiyor’ diye düşündüm ama sonra anladım gerçeği ve dedim ki ‘Amca ben dilenci değilim. Hak diye bir şey var, ben bu parayı niye alayım?’ Bara gittiğimizde girişte sorun olabiliyor. Çünkü aşırı dozda alkol almış ya da bir madde bağımlısı zannedilebiliyoruz. Düşünsenize yıllardır gitmek istediğiniz bir konser var, sevdiğiniz bir grubu dinleyeceksiniz ama sizi kapıdan almak istemiyorlar!”

Çocuklarla çalışmaya karar vermesi de yolda karşılaştığı bir anne-çocukla yaşadığı deneyimden sonra olmuş. “Bir gün çarşıda yürüyordum, karşıdan bir çocukla annesi geliyordu. Çocuk bana gülümsedi, ben de ona. Zaten ben rengarenk sokağa çıkan bir tipim. Tam o anda annesi çocuğu, ‘Gel yavrum, korkma’ diyerek çekiştirdi ve çocuk ağlamaya başladı. Ben de korktum.”

İlkokulda sıra arkadaşı olup o günden beri hiç ayrılmadığı arkadaşı Merve’nin, Reggio Emilia sistemini uygulayan bir okulda eğitime başlamasıyla Seben için de yeni bir fırsat doğmuş. Reggio Emilia sisteminde okullar sadece eğitimcilerle değil sosyologlar, antropologlarla da çalışıyor. Merve o zaman tanıştığı patronuna Seben’den bahsedip çocukları da çok sevdiğini söyleyince Seben okulda derslere başlamış. “İlk başta aklımızda engelli farkındalığı yoktu ama çocuklar beni gördükçe o algı kırılması bunu beraberinde getirdi” diyor.

Hem mutlu, hem umutlu - Resim : 2

YENİ HAYALLER
Dikiş, yemek, resim... Seben’in hobisi çok. “Aşçı bir aileden geldiğim için herkes güzel yemek yapıyor. Zamanımın o kadar büyük bir çoğunluğunu mutfakta geçiriyordum ki, bir yandan trigonometri çalışırken bir yandan da yemeklik soğan öyle doğranır, salatalık soğan böyle doğranır onları öğreniyordum. Sonra zamanla kendi başıma doğrama, kesme işlerini daha rahat yaptıkça ‘Şuna şunu katsam acaba nasıl olur?’ demeye başladım ve ortaya tarifler çıktı. Onları ‘Uydurukçu Mutfak’ isimli blogumda paylaşıyorum’ diyor. Dikiş ise çocukluğundan beri hayatında. “Dikiş fizyoterapi eğitimlerinin dışında el-kol koordinasyonu için mükemmel bir çalışmaydı. İğneyi kendinize batırmamak için mümkün olduğunca hareketlerinizi kontrollü bir şekilde yapmanız gerekiyor” diyen Seben, dikişe halen devam ediyor ve şimdilerde çok sevdiği bir yakınının doğacak bebeği için şahane bebek kıyafetleri dikiyor. Ve hayallerinden biri de serebral palsili arkadaşı Serim ile S2 adında bir kafe açmak. Hayalindeki kafeyi ise şöyle tarif ediyor: “Birincisi tamamen evrensel tasarım bir yer olacak, bir engelli kafesi değil. O da bir ayrımcılık. Her şeyin erişilebilir olduğu, benim yemeklerini yaptığım, eşyalarının oradan buradan toparlandığı, diktiğim bebeklerin de sergilendiği bir yer. Hatta bar kısmının adını bile düşündük, S2 formüllerini çok kullanan bir fizikçi var onun adından ilhamla Laplace Transform olacak. Barın üzerine de birkaç formül koyarız dedik; böyle çılgın bir yer olmasını hayal ediyoruz.”

EBEVEYNLERE BİR NOT...
Annelerin çocuklarının her şeyi olmaya çalışmasıyla hatanın başladığına inanıyor Seben. Ebeveynlere tavsiyesi ise yeteri kadarını yapıp kenara çekilmeyi bilmek. Diyor ki: “O ayrı bir birey ve onun kendi hayatı olacak. Siz ancak bu hayata form verebilirsiniz. O kuzeye gitmek istiyorsa siz kuzeye giden yolu iyileştirebilirsiniz ama onu sizin gibi güneye gitmesi için çekiştirirseniz burada sorunlar başlar.”