Her şey acıya dönüşüyorsa bir yanlışlık var

Birçok insan ancak büyük üzüntüler, dertler yaşayınca sorgulamaya başlıyor hayatın özünü, anlamını... 'Kanatlarım Hep Can Acısı' adlı kitap da acıların ardından uyanan 'Melek'in hikayesini anlatıyor.

Her şey acıya dönüşüyorsa bir yanlışlık var

Yazı: Yaprak Çetinkaya/Pozitif

‘Kanatlarım Hep Can Acısı’ gerçekten can acıtan bir öykü… Melek’in yaşadığı kayıplar, pişmanlıklar, suçluluk duyguları onu acılara batırıp çıkarırken bir yandan da ‘görmesini’ sağlıyor. Hayatı, olayların neden sonuç ilişkilerini, neyin gerçek neyin hayal olduğunu görmesini…

Henüz bir öğrenci iken duyduğu, “Hayat sadece bir an… Varlıkla yokluk arası bir an. Bir an küçüğüz bir an büyük. Bir an birlikteyiz bir an yalnız. Bir an hiçiz bir an evren. Biz durmak istesek de zaman durmuyor. Kader sadece bir film, çoktan yazılmış, biz seyrediyoruz” sözlerini anlamak için Melek’in birçok acı yaşaması gerekiyor. Kitapta Melek bu yolculuğu birkaç yılda tamamlasa da aslında birçoğumuz bir ömür harcıyoruz. Belki de hiç ulaşamıyoruz oraya… Kitabın yazarı Esra Uçar ile, Melek’in acıyla yüklü olduğu kadar maceralarla dolu hayatını ve kitabın bize aslında ne söylemek istediğini konuştuk.

İnsan öncelikle bu kitabın gerçek bir hikaye olup olmadığını merak ediyor. Bu romanın ne kadarı gerçek hayat hikayesi?
20’li yaşlarımın başında çok sevdiğim birini kaybettim. Beni derinden etkilemişti. O sevgiyi, o saf, temiz aşkı bir kitaba yansıtmak bugüne kısmetmiş. Kocaman bir kalp sızısı var bu romanda ancak hikayeyi bütünleyen o acıyla şekillenen bir inançla birlikte aşk, sevgi, mutluluk, başarı, güç kavramlarına getirdiği bakış açıları. İyi ki beklemişim bir romana çevirmek için. Ölümü ve sonrasını merakımla öğrendiklerimi, deneyimlerimi, aklın, ruhun geçirdiği evreleri yansıtamazmışım, eksik kalırmış hikayem. Hemen her olayda, her karakterde gerçek payı var diyebilirim ama bu bir roman; macera romanı. Hayal kurgularla dolu. Roman yazmanın keyfi de burada.

Her şey acıya dönüşüyorsa bir yanlışlık var - Resim : 1

Bilge bir rahibe var, Sör Marie… Hayata dair mesajlar çoğunlukla ondan geliyor. Bu karakter nasıl doğdu?
Hayal gücüm epeyce zenginleştirmiş olsa da ana hatlarıyla romandaki gibi bir okulda okudum ben. Bir Fransız kız okulu. Rahibe figürü de ilk orada karşıma çıktı. Bizimkiler sadece okul öğretmenliği yaptılar ama yine de çocuk aklı için kocaman soru işaretleri de taşıyorlardı. Sör Marie karakteri bu kitapta güzel yer buldu, yaşam boyu öğrendiklerimi okurla paylaşmak için çok uygun oldu. Aslında kendiliğinden geldi girdi kitaba diyebilirim, başlarken hiç düşünmemiştim doğrusu. Okurların da o karakterden etkilendiğini gördüm.. Sanal ortam paylaşımları yapanlar hep onun cümlelerini alıyorlar.

Herkesin bir ‘Sör Marie’si var mıdır hayatta sizce?
Keşke olsa… Keşke benim de o acıyı kalbime kazıdığım yıllarda bir Sör Marie’m olsaydı. Melek’in birkaç yılda sahip olduğu deneyime ben 20 yılda ulaşabildim. Herkes yol göstericilere ihtiyaç duyar ama Sör Marie’den dünyada bir avuç ya vardır ya yoktur. İlimi bilimle birleştiren, bu kadar yumuşak dilli, ezbere değil düşünmeye yönelten, var oluşu araştırtan kaç kişi bulabiliyoruz… Çoğunlukla hurafeler çıkıyorkarşımıza. İnsanlar kaçıyor.

Melek, Sör Marie’ye rağmen bazı konuları ancak deneyimleyerek fark edebildi. Asıl ‘guru’ kişinin kendi deneyimleridir diyebilir miyiz?
Tabii ki ama başkalarının yaşadıklarından da ders alalım. Pek önemsemeyiz ama en çok doğadaki mucizeler bize yol gösterir. Evrendeki hiçbir varlık başıboş değil. Bir milyar böceğin her biri farkında olmadıkları özelliklere sahip. Ne yunusun sonarı onun aklına ait ne arının inanılmaz matematik bilgisi. Tek bir DNA’mızda bir milyon ansiklopedi sayfası bilgi kodlanmış bulunuyor. Tesadüfle açıklanabilen hiçbir şey yok. Hayata da bu gözle bakmalıyız. Derin düşünürseniz tüm varlıkların arasındaki bağı kurarsınız. Deneyimlerle doluyuz ancak yaşadıklarımızı neye dayandırıyorsak ona göre değerlendiriyoruz olayları.

Hikayede bir ölüm ve ona dair pişmanlığından kurtulamayan, hayatının her alanını bu pişmanlıkla şekillendiren Melek var. Kanatları hep can acısı olan Melek. Melek, sevdiklerini kaybedenlere ne anlatıyor?
Sebep sonuç ilişkilerini kavradıkça hayata bakışı değişen çok genç bir karakter Melek. “Neden ben, neden bunca acı?” sorularına farklı cevaplarla karşılaşıyor, yol gösteren de kalbine huzur veren de bu cevaplardan birinde saklı. O, o cevaba sarılıyor. Depresif biri değil. Cesur, meraklı, düştüğü zaman çabuk kalkıyor. Hayat acı tatlı olaylarla dolu. Yaşadıklarınızı sakince ve tevekkülle karşılayabiliyorsanız doğru yoldasınız. Her yaşadığınız acıya dönüşüyorsa bir yerde yanlış yapıyorsunuz demektir. Melek kadere inandıkça pişmanlık kavramından uzaklaşıyor. Farkında mısınız, herkes kendi mutluluğunun, iç yolculuğunun peşinde… Ama kimse mutlu değil. Çağın hastalığı adeta. Oysa dünya böyle bir yer değil. Tüm canlılar birbiriyle bağlantılı, tek bir enerjinin parçası. Kendimiz kadar başkalarının mutluluğu, iyiliği için de çalışsak dünya harika bir yer olur. Mutsuz insanların hedefleri hep bu dünyaya ve kendilerine yönelik. Ya yaşam sonsuzsa? Cennet gibi bir dünya hayal ediyoruz hepimiz. Ne dersiniz belki de cenneti düşünmemiz, onu hedeflememiz isteniyor. Cennet de cehennem de burada diyenlerin içinde hiç ‘cennette yaşıyorum’ diyeni görmedim. Demek burada değil.

Sör Marie’nin,“Akıl kalbe, insana hep çelme takar. Başkalarının aklından uzak dur. Çoğunluk seni yanıltmasın. Çoğunluğun aklının insanı getirdiği yere bak. Kötülük bir akıl ürünüdür” sözleri ışığında bugünümüzü yorumlar mısınız?
Aklın vicdanlara hep çelme taktığı bir dünya tarihi var. En büyük gelir kaynağı sektörler silah, uyuşturucu, kadın, çocuk ticareti. Oyuncak sektörü öldürme hedefli oyunlara teslim. İnsanlara bunlar mantıklı gelebiliyor. Bugün açlığın da savaşların da kurutulan kaynakların da sebebi sadece bir grup insanın diğerlerini ezmesi, insan kaymaması hatta yok olması gereken varlıklar olarak nitelendirmesi. Bu da bir öğretiye dayandırılıyor. İnsanın yaratılmış değil tesadüfen var olduğu teorisine. “Güçlü güçsüzü ezer, doğa kanunu” deniyor. Doğada böyle bir düzen yok ki. Kutsal kitaplara bakın; “Acılar göreceksiniz ve bunların karşısında ne yaptığınıza bakacağım” ifadesi var. Nefis terbiyesi kadar, ibadetler kadar, başkaları için yaşamaya da dikkat çekiliyor. Kötü akılla savaşmak lazım. Dünya düzenleri ve siyasetler çıkarlar üzerine kurulu. İnsanlığı bir bütün olarak göremiyor ‘akıllı’lar. Dünyanın sorunu, insanlığı parçalara bölmüş olmak ve güçlünün ayakta kalacağına dair inanç yaymak. Merhamet aptallık gibi gösteriliyor.

“Ölüm bir son değil, bir geçiştir. Bazen gördüğüne değil, görmediğine inanman gerekir. Dünyayı görmediklerin yönetir” derken ne anlatmak istiyorsunuz? 
Metafizik bir dünyadayız. Kupkuru toprak biraz yağmurla canlanıveriyor. Ağaç elma uzatıyor, armut, portakal, kakao uzatıyor. Bir ağaç tesadüfen varsa, ihtiyacımız olan vitamini sunan meyveleri neden üretsin ki? Arının balının, ineğin sütünün kendisine faydası var mı? Her şey insanlığa sunulmuş. Hangi bitkiye baksanız karşınıza Altın Oran çıkıyor. Hücredeki akıl kimsede yok. Okyanus dibinde kendi elektriğini üreten balık var. Kutuplardaki canlıların ne zorları var orada yaşıyorlar binlerce yıldır? Biraz aşağı inerler, mis gibi doğa. Üstelik bilim evrimin mümkün olmadığını kanıtladı artık. Hiçbir organın bir önceki hali diye bir şey yok. Müthiş bir tasarımın, bir sanatın içinde yaşıyoruz. Kimse nasıl nefes aldığının farkında bile değil. Peki bizi hayatta tutan ne? İlahi bir güce inanmamak mümkün değil. Bir kurbağa kışın ölüp baharda tekrar canlanıyor. Anlatılmak istenen bir şey var. “Görmediğimize inanmayız” diyenlere sorarım “Peki nasıl görüyorsunuz?” Göz görmez, gözden içeri giren elektrik sinyalleri beyne iletilir, görüntüler orada oluşur ama açıp baktığınızda zifiri karanlık. Evrende renk, koku, tat yoktur, sadece elektrik akımı vardır. Görüntü bilinçte oluşur. Özetle zaten hayal dünyasında yaşıyoruz. Çözmemiz gereken; bu hayaller kimin hayali? Ölümsüz bir varlığın parçalarıysak nasıl ölümlü olabiliriz ki?

“Mutlu olmak için inançlı olmak” ne demek?
İnsan yaşamının temelde iki farklı yönde sürdüğünü görüyorum. Yaşamın ölümle bittiğine ya da sonsuz yaşama inanmak. Para, mutluluk, kariyer, eş, çocuk, yatırımlar, güzellik, iyilik, akıl… Her şey bu iki inanç etrafında şekilleniyor. Bir grup sadece bu dünyaya yatırım yapıp, belli süreler için mutluluk hedefliyor -ki sahip oldukları ellerinden gidince depresyona giriyorlar, diğer grubun hedefi daha uzun vadeli, sahip olduklarına bakışı çok farklı, onlar maddenin aslında var olmadığını çözmüşler. İkinci grup dünyayı bir eğitim yeri olarak gördüğü için acı ve keder kavramları da farklı. Acı dediğimiz şeylerin içinde bir tek ölüm ağır, onda da sevilenle tekrar buluşacağımızı biliyorsak sabretmeyi öğrenmek yeterli.

“Sakın başkalarının hayatına sığınma” diyor rahibe Sör Marie Melek’e… Çok yaptığımız bir şey bu değil mi?
Daha çok kadınlar yapıyor. Zarif varlıklarız, erkeklere göre daha akıllıyız ama daha ince, hassas, kırılganız. Güvende hissetmek istiyoruz. Yalnızlıktan hoşlanmıyoruz. Ruh aşk ister, sevgi, güzellik ister. Doğu kültürlerinde hurafelere dayanan geleneklerle kadınlara ikinci sınıf insan muamelesi yapılıyor, kadın yalnızlaşıyor. Batı’da da benzer sorunlar var. Oscar alan ünlü bir aktris, bugün hala, ödülü havaya kaldırıp “Kadınlara eşitlik istiyoruz” diyorsa, sorun evrensel demek. Birlikte olduğumuz erkeğin hayatına hızla adapte olma eğilimdeyiz. Bunu ancak eğitimle ve ailede gösterilecek sevgiyle aşabiliriz. Sadece iş hayatında değil, duygusal hayatlarımızda da önce kendi ayaklarımızın üzerinde durabilmeliyiz.

Kitabın geneline etki eden ‘pişmanlık’ negatif bir duygu. Hayatımızın çeşitli dönemlerinde negatif duygular üretiyoruz. Bu duygularla başa çıkmak, artıya çevirmek mümkün mü?
Bakış açısını değiştirmek lazım. Boş yere üzülüp durmanın anlamı yok. Vardır bir hikmeti yaşadığınızın. Bulun. Olumlu düşünmek çok önemli ama bu suni bir gülümsemeyle olmaz. Kendimizi eğitmeliyiz. Ben hemen evrende maddenin aslını görmediğimize odaklanırım. Biz beynimizin içinde bir film seyrediyoruz. Neden bu senaryo? Ne öğrenmeliyim, ne yapmalıyım? Sinirlenip saldırırsam herkes aynı şekilde karşılık verir, üstelik kendimi yıpratırım. Mutluluk yaydıkça evren mutluluk dolar. Hastalık, sakatlık, ölüm gibi konular mı? O zaman da sınandığımızı hatırlayalım. “Siz beni terk ederseniz ben de sizi terk ederim, siz beni unutursanız ben de sizi unuturum” diyor Tanrı. Duanın gücüne inanırım. “Herkes dua eder” diyeceksiniz, doğru… Ama herkes dua ettiği varlığı tanıyor mu? Hep biz bir şeyler istiyoruz, bizden istenen ne merak etmiyoruz.

Bu kitap da bir acının artıya çevrilmiş hali mi?
Doğru. Melek’le birlikte diğer karakterlerin de ilginç hayatları var, onların da çabaları bu yönde. Kesişen yollarda ne hikayeleri var hepimizin. Olayları ‘acı’ya çeviren biziz. Oysa kocaman bir aşk, bir güzellik var evrende. “Aşk evrendir… Tanrı’nın nefesidir bizi kuşatan” diyor Sör Marie… Gerçek aşkı bulursanız algılarınız gelişir, sabırda, sıkıntıda bile huzur bulursunuz, yediğiniz yemekten aldığınız tat da değişir, başınıza gelene gösterdiğiniz tepki de. Özü kavramalıyız. Ne gidene üzülmek ne kalana bağlanmak... Her şey geçici bu dünyada. Ve hiçbir şey bizim değil aslında. Nesnel hedefleri araç görüp, amacı manevi değerlere çevirirsek daha mutlu oluruz. Kayıplar kayıp olmaktan çıkar, hayat eğitime, yaşlılık bilgeliğe dönüşür. Dert dediğiniz şeylere gülüp geçmeye başlarsınız.