Senin yolun hangisi?

Her insan bu dünyaya bir amaç için geliyor, kimi potansiyelini kullanıyor kimi kullanmadan göçüp gidiyor. Sizin seçiminiz hangisi; kendinizi gerçekleştirmek mi yoksa diğerlerinin yönlendirmesiyle, öğrettikleriyle ve dayattıklarıyla gün geçtikçe bir robota dönüşmek mi?

Senin yolun hangisi?

Yazı: Özlem Çetinkaya/Pozitif dergisi

Seçimini potansiyelini kullanmaktan yana yapan bir isim var karşımızda... Bioenerji Uzmanı Dr. Şuayip Dağıstanlı, şu an İstanbul’da yaşıyor olsa da soyadının hakkını verecek kadar Dağıstanlı... 20 yaşında geçirdiği trafik kazasında bedeninin yüzde 80’i felç olunca kendi kendini tedavi etmeyi başarmak onun hayatındaki dönüm noktası olmuş, adeta küllerinden yeniden doğmuş. “Dünyadaki her şey frekanstır, bir titreşimdir.. Biyoenerji de bir titreşimdir. İnsanın düşüncesi de konuşması da dünyadaki her ilişki de birer titreşimdir. Her şey bunun üzerine kurulmuştur. Onun için ben diyorum ki, ‘Sözlerini bırak, düşüncelerine bile dikkat et!’” diyor. Sağlık için tavsiyesi ise şu: “Önce ilaçsız tedavi, sonra ilaç ve en son olarak operasyon.”

Siz kendinizi bir Simurg yani Anka Kuşu olarak tanımlıyorsunuz… Neden?
Simurg Kuşu’nun hikayesini okuyanlar bunu bileceklerdir. Simurg, yani Anka Kuşu küllerinden yeniden doğmayı anlatan bir efsanedir. Binlerce kuşun hakikati arayış yolculuklarını anlatır. Kuşlar hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. İsteği ve sebatı az olanlar, dünyevi şeylere takılanlar yolda birer birer dökülmüşler. Kalanlar ‘Aşk Denizi’nden geçmişler önce… ‘Ayrılık Vadisi’nden uçmuşlar… ‘Hırs Ovası’nı aşıp, ‘Kıskançlık Gölü’ne saplanmışlar... Uçtukça sayıları azalmış. Altıncı vadi ‘Şaşkınlık’ ve sonuncu vadi ‘Yokoluş’ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş. Kaf Dağı’na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış. Simurg zaten ‘otuz kuş’ demektir. Farsça’da ‘si’, otuz; ‘murg’ ise kuş demektir. O zaman anlıyorlar ki onların hepsi bir Simurg... Yani kurtarıcı olarak gördüklerinin, Simurg’un aslında kendileri olduğunu görmüşler. Demek istiyorum ki Simurg-Anka’yı beklemekten vazgeçip; yok oluşu yaşadıktan sonra bile uçmaya devam edip, kendi küllerimizden yeniden doğmalıyız. Eğer hepimiz birer Simurg olmazsak o zaman bataklığımıza veya kafeslerimize mahkum yaşarız.

Siz de bu yok oluşu yaşayıp, yola devam edenlerden misiniz?
Biraz önce anlattığım hikaye aslında biz insanların da hikayesidir. Biz de aynı yolculuğu yapıyoruz. Ben neden bu kuşa benzettim kendimi? Çocukluğumdan beri hayatımda karşılaştığım şeylerden dolayı elbette ama esas bir yer var ki orası dönüm noktası.

Hayatınızın en zorlu döneminden bahsediyorsunuz sanırım…
Evet. Hayatımın en kritik, artık hayat çizgisini, sınırını bana gösteren nokta 20 yaşındayken geçirmiş olduğum felç... Vücudumun yüzde 80’inin felç olduğu ve klinik ölümü yaşadığım dönem benim hayatımın çizgisidir.

Bir nevi gidip yeniden hayata dönülen sınırı yaşadınız yani… Nasıl bir deneyimdi
Klinik ölüm yaşamış insanlarla konuştuğunuz zaman hepsi aynı şeyi söyleyecektir; yoğun bir ışık, tarif edilmez bir mutluluk ve huzur. Bana şimdi diyorlar ki; “Taşlarla, kristallerle çok fazla uğraşıyorsun…” Belki ben orada gördüğüm renkleri buradaki hayatımda kristallerde arıyorum. O yüzden rengarenk taşlarla bu kadar zaman geçiriyorum. Benim o noktada gördüğüm mutluluğu, huzuru bana burada hiçbir şey vermez. Sadece belki ölüm sınırı.

Siz o ölüm anını yaşayıp, dünyaya geri dönmeyi istemişsiniz… Sizce neden geri döndünüz?
Demek ki bu hayatta misyonum bitmemiş.

Nedir sizin bu hayattaki misyonunuz?
Hayattaki herkesin bir hikayesi ve misyonu var. Buraya gelmiş herkes bir şey yaşar ve gider. Bazıları iz bırakır, bazıları bırakmaz. Herkes ayrı bir birey, herkes ayrı bir mikro kozmoz. Herkes ayrı bir enerji varlığı. Bunun farkında olmak önemli. Ben bu yaşadıklarımla misyonumu tamamlayıp tamamlamadığımı bilmiyorum; bu soruya cevap vermek çok zor. Ama biliyorum ki bu dünyada olan hiç kimse boşuna burada değil.

Senin yolun hangisi? - Resim : 1

Yaşam yolunda insan yaşadıkları ile güçlenerek ilerlerse yaşamının değerleneceğini söylüyorsunuz diyebilir miyiz?
Eski Uzak Doğu’da, Japonlar kırılmış bir vazoyu altınla yapıştırırlarmış. Benim hayat felsefem de bu. Bütün yaşadığım yaraları ya da tatsız olayları altınla yapıştırıyorum. Kırılmış yerleri altınla yapıştırılmış bir vazo inanın çok daha değerli oluyor. O altınlar ona on kat daha fazla değer katıyor. Hayata bu felsefe ile yaklaştığında yaşamak da nefes almak da çok kolay çünkü o zaman sen bazı gerçekleri görebiliyorsun.

Bildiğim kadar sizin zor ama bir o kadar da muhteşem geçen bir çocukluğunuz var. Çocukluk döneminin önemini artık biliyoruz, anne-babalara neler önerirsiniz?
Evet zor şartlarda geçen bir çocukluğum oldu. Kalabalık bir aileydik. On kardeşim ve ben… Diğer yandan da doğanın içinde muhteşem bir çocukluk geçirdim. Çocuk konusunda ne öneririm? Bir kere çocuk bağımsız ve kendinden emin olmalı. Düştüğü zaman kendi kendine kalkmayı bilmeli. Bu şekilde yetiştirilmeli. Anne babalar ne yapıyor? Çocuk düştüğünde “Aman canım cicim” diyerek onu kucaklıyor, yerden kaldırıyorlar. Böyle olduğu zaman çocuk her zaman arkasında bir güç olduğunu biliyor ve hiçbir şey için kendisini yormuyor. Bu söylediğimin sevgi ve şefkat ile alakası yok. Bir insan çocukken, kendisi oluşurken savaşmayı bilirse o zaman gelecekte ondan bir şey bekleyebilirsin. Ben bir kere bile annemin beni kucağına alıp, canım cicim diye sevdiğini bilmem. Diğer kardeşlerime sorsanız onlar da aynı şeyi söylerler. Düşünün ki bu kadın, 11 çocuk dünyaya getirmiş, 10 sene boyunca karnında çocuk taşımış. 20 küsur sene boyunca kurumadan süt emzirmiş. Bir anne evladını kucağına almaz mı? Benim annem almadı. Neden böyle yaptı, onun psikolojisini ben bilemem ama sevgisini hissetmedik mi? Hissettik hem de sonuna kadar. Önemli olan içindeki, kalbindeki, ruhundaki sevgi ve şefkati, o enerjiyi bütün hücrelerine kadar çocuğa hissettirmeniz. Burada söylemek istediğim, önemli olan ağzından çıkan bir kelime değil, senden çıkan enerjinin önemli olduğu...

Bazı pedagoglar sizinle çok aynı fikirde olmayabilir… Başka davranış modellerinden bahsediliyor; çocuğun gözlerinin içine bakarak konuşmak, onun boyuna inmek gibi...
Maalesef ki bu işler matematik veya geometriyle olmuyor. Ben böyle düşünüyorum.

Belki de sizin dediğiniz gibi büyüyen çocuklar, daha küçükken kendi içlerindeki gücü de fark ediyorlar. Birçoğumuz gibi bunu sonradan aramak zorunda kalmıyorlar…
Bana öyle çok anne-baba geliyor ki çocuklarının bağışıklık sistemi tamamen çökmüş, organizma en ufak bir bakteri ya da enfeksiyon ile bile nasıl savaşacağını bilmiyor. Ben bu durumda ilk tepkiyi anneye veriyorum. Neden? Çünkü en ufak problemde çocuğu doktora götürüp, antibiyotikleri yüklemiş. Bugün çağımızın en büyük problemlerinden biri bu. Anneye bakıyorsun; üniversite mezunu ama en ufak hastalıkta antibiyotik! Bunu tamamen kurtarma içgüdüsü ile yapıyor ama çocuğu küçücük şey için doktora götürüp ona bir sürü kimyasal madde ile müdahale ediyor. Bu ne demek oluyor? Organizma daha çocukken, en ufak bir hastalığa karşı savaşmayı bilmeden öldürülüyor. Oysa organizma savaşmayı bilmeli. Benim şansım sanırım çocukken tabiatta var olan tüm mikroplarla tanışmış olmam. Doğada ne varsa, bütün bakterilerle küçük yaşta tanıştım. Geçen gün çok yakın dostum olan Billur (Kalkavan) ile konuşuyoruz. Biliyorsunuz çok zengin bir ailenin kızı. Yalılarda, köşklerde yaşamış biri… Annesi de hala hayatta. Allah uzun ömür versin. Bana hep der ki, “Benim çocukların doktoru veteriner.” O veteriner 102 yaşında ve o da hala yaşıyor. Billur’un annesi; “Çocuklarım kedi köpekle aynı tastan su içiyordu” diye de hep söyler.

Çocuğu olunca evindeki hayvandan vazgeçen aileler var...
Maalesef böyle acımasız davranan çok insan var. Oysa çocuklar hayvanlarla büyüdüklerinde daha mutlu, daha sağlıklı, daha kıvrak zekalı ve daha insancıl oluyorlar. Çocukken onlarla aynı dili konuşmayan varlıklarla diyaloğa geçebiliyorlar yani aralarında bir enerji alışverişi oluyor. Çocuk hayvanlar ile bir telepati gücü kuruyor. Yani, hayvan o çocuğu geliştiriyor… Örneğin benim çocukluğumda dağın tepesinde yetişen yabani armutlar vardı. Taş gibiydiler. Kayalara sürterek ancak suyunu içebilirdik. Rende makinen yoksa ya da o armudu kesecek biçecek bir şeyin, ne yapacaksın? Taşa sürteceksin. Şimdi düşünüyorum da; benim en büyük servetim hakikaten benim çocukluğum. Ben neredeyse yedi yaşına kadar ayakkabı görmedim. Büyüklerimin küçükleri ve eskileri elden geçirilerek bana verilirdi hep. Parasal açıdan baktığımda evet imkanlar yoktu ama yine çocukluğum muhteşemdi.

O yokluğun içinde mutluydunuz. Doğru mu anladım?
Evet. Hem de çok mutluydum. Sadece ben değil, diğer kardeşlerim de; hepimiz mutluyduk. Günümüzde yokluk insanları mutsuz ediyor ama… İnsanlar sahip olamadıkları için depresyonda yaşıyorlar. Ben o zaman da mutluydum, şimdi bunları anlatabildiğim için de mutluyum. Şehirde yaşayan ve bu röportajı okuyan insanlar kendilerini bir masal okuyor sanabilirler ama bu böyle. Şu anda maalesef insanlar ayakkabısının olmasını bırak, bilmem ne marka ayakkabısı olmadığı için dertli. Ya da bilmem kaç model yeni çıkan telefonu alamadığı için… Bu konuya girersek, geçmiş olsun çıkamayız.

Çocukluk hakkında bu kadar konuşmuşken, onlarla yaptığınız çalışmalara değinmek istiyorum. Özellikle sınav zamanı çocuklarla çalışıyorsunuz değil mi? Bu seanslardan biraz bahseder misiniz?
Evet. Sınav streslerini atmak için çocuklara yardımcı oluyorum. Seans esnasında ben çocuğa güven ve güç veriyorum. Onu sakinleştiriyorum. Beynindeki o yoğunluğu, stresi, baskıyı alıyorum. Aslında çocuk ve hatta insan bir şeyi bir kere duyduktan, gördükten sonra unutmaz. Hatta ölse bile unutmaz. O bilgi senden sonraki nesillere bile taşınır, hafızaya kaydedilir. Çocuk bunu bilmiyor, dolayısı ile ezberliyor. Sadece Türkiye’de değil, her yerde, ezberleme üzerine kurulu bir sistem var. Ezber bozmak lazım. Çocuk sınavdan bir gün önce ders çalışmayı bırakın, kitabın sayfasını bile açmamalı. Bambaşka şeyler yapmalı.

Bu seanslarda da biyoenerji uyguluyorsunuz. Kaç seans gerekiyor?
Evet. Bazı çocuklar depresyonda oluyorlar, onları depresyondan çıkarmak gerek. Bazılarında sadece stres oluyor, onlar bir-iki seansta çözülüyor.

Sizin ‘Kendini Programlama’ adını verdiğiniz bir çalışmanız var. Nedir bu kendini programlama?
Televizyon seyrederken kumandası sizin elinizde. O kumanda ile istediğiniz programı açabilirsiniz, sesini ister kısarsınız, ister yükseltirsiniz. Öyle değil mi? O zaman neden siz kendi duygularınızı, kendi enerjinizi programlamıyorsunuz. O gücü, enerjiyi ya da potansiyel kuvveti açığa çıkarması için neden bir anahtar bulmuyorsunuz? Benim kendini programlama dediğim şey, herkese kendi hazinelerinin anahtarını vermek. Bu anahtarı kendinde oluştur, sonra istediğin zaman hazinene gir, istediğin zaman oradan çık. Organizma çok güçlüdür. Trans haline girdiğinde 600-700’e kadar farklı ilaç üretebilir ama bunun için bir ortam oluşturmak gerekir. Siz o atmosferi, ortamı oluşturduğunuz zaman ve ona programı verdiğinizde organizma ne yapacağını bilerek çalışır. Bilmeden kendi haline bıraktığın zaman da organizma kendi ayarını yapar. Her organizmanın kendini regule etme, iyileştirme gücü vardır. Dediğim gibi yapılması gereken tek şey buna ortam oluşturmaktır. Bunu biz kendimiz de yapabiliriz ya da benim gibi profesyonel kişilerden yardım da alabilirsiniz.

Ve bir soru daha… Sizin eğitmen yanınızı da düşünerek soruyorum. Herkes enerji terapisti olabilir mi?
Dünyadaki herkes bir şifacıdır zaten. Dünyada olan her şey bir şifadır. Bir kedi, bir köpek, bir insan… Bunun nasıl yönlendirileceğini ve kullanılacağını bilmek gerekiyor sadece. Eğitim konusunda ise bir noktayı vurgulamak gerekiyor. Bir sürü konservatuvar, bir sürü güzel sanatlar akademisi, bir sürü üniversite var. Buralarda onlarca öğrenci okuyor, buralardan mezun oluyor ama kaç tanesi sivriliyor? Eğer senin içinde o cevher ve inanç yoksa hangi okula gidersen git senden bir şey çıkmaz. Öte yandan İbrahim Tatlıses… Konservatuvarlı mı? Hayır ama Allah vergisi bir yeteneği var. Adı Pavarotti ile birlikte anılıyor. Allah bu sesi ve titreşimi ona vermiş, o da okula gitmese de onu nasıl kullanacağını bilmiş. Önemli olan o sesi çıkartacak atmosferde büyümek. Yoksa ne yaparsan yap olmaz. Ben de zaman zaman seminer veriyorum, bazıları bir şeyler yapmak istiyorlar fakat olmuyor, çıkmıyor. Sen enerjiyi aktarıyorsun, yolda giderken karşısına çıkacak levhaları nasıl kullanacağını anlatıyorsun, trafik lambalarını gördüğünde kırmızıda durmasını, yeşilde geçmesini söylüyorsun ama yok adam kırmızıda durmuyor. Sanki o oradaki trafik direği ile savaşıyor. Demek istediğim bir insana araba kullanmayı ne kadar öğretirsen öğret, trafik kurallarına uymuyorsa olmaz. Spor yaparken de bu böyle… Öğrendiğini uygulamazsan, çalışmazsan, kaslarını hareket ettirmezsen olmaz. Antrenöre bakıp durarak, dışarıdan protein tozu alarak sporcu olunmaz.

Size o kadar çok soru sorabilirim ki… Bu röportaj saatlerce sürebilir. Son olarak; Kirlian fotoğraflarından bahseder misiniz? Siz de tedavi öncesi Kirlian teknoloji kullanıyorsunuz.
Bu aslında çok eskiden beri bilinen bir efekt. Parmaklardan aktarmış olduğun bir görüntü vizyon olarak bilgisayara aktarılıyor oradan da vizyon olarak çakraların şekli, konumu aktarılıyor. Bu diagnostik bir cihazdır. Kirlian teknoloji sayesinde 5-10 dakika içinde hasta hakkında birçok bilgiye sahip oluyorsun. Depresyonda mı, enerji yüksek mi, düşük mü? Hangi organ koruma altında... Hangisi enerji üretiyor, yani hangi organ aktif, hangisi değil? Bütün organlar ve meridyenler birbirine bağlıdır. Bir organda bir problem yaşanırsa bir süre sonra diğerleri de problem yaşar. Kirlian teknoloji ile çıkarılan tablo bütün bunları önlemek için kullanılıyor. Tedavide en büyük başarı teşhis koymaktır. Teşhis başarılı ise tedavi de başarılı olur. Eskiden ben bunu ellerimi kullanarak yapıyordum ama o şekilde insanları -özellikle de somut alışverişi seven Türk insanını- inandırmak zordu. Zaten sanıyorum benim hayattaki en büyük başarım; Türkiye gibi bir yerde bu konuda ilerlemektir. Benim söylediklerimi kabul etmeyen profesörlerle tartıştım. Öyle ki hem dediklerimi kabul etmiyorlar hem de beni gördükleri yerde “Şurama bir elini koyar mısın?” diyorlardı. Sonuç ortada. Ben inandığım şeyi yaptım ve anlattım. İnandığım şey için ömrümü verdim.

Enerjiyi, görülmeyeni anlatmak zor bir şey ama..
Ben enerji anlatmıyorum aslında. Benim tek amacım insanların kendilerini görmelerini sağlamak. Farkında olmak dünyada birçok şeyi çözer.

Haklısınız ama “Ben borçlarımı ödeyecek parayı bulayım sonra kendimi bulurum” diye düşünen çok insan var...
Tabii ki bu insanlardan çok var çünkü farkında değiller. Parayı bulup çok zengin olan ama o parayı tekrar sağlığına kavuşmak için harcayan insanlar da var. Hem de çok. İnsanların derdi bitmez. Popüler olmak isterler, olurlar, sonra kimden nasıl kaçacaklarını bilemezler. Evlenmek isterler, evlenirler, sonra nasıl boşanacaklarını bilemezler. Parayı kazanır, onu kazanırken sağlığını kaybeder, sonra sağlığını nasıl kazanacağını bilemezler.

Bu iyileştirmeyi kendileri yapmak isteyen insanlara ne önerirsiniz? Ne yapmaları gerekiyor?

Bunu kendisi yapmak isteyen insanın bir kere şunu anlaması gerekiyor: “İnsan kendi gücüne inanmalı”. Her şey inançla başlar. Ben bu sehpanın üzerinden atlayacağım dediğim zaman öncelikle buna inanmam lazım. İnanmazsam ne yaparsam yapayım atlayamam. Bir böcek deneyi var, biliyorsunuzdur. Böceği kağıdın üzerine koyuyorlar ve sonra o yürürken önüne çizgiler çekiyorlar. Böcek çizgileri görünce geri dönüyor. Aslında onlar sadece birer çizgi. Böcek istese üstlerinden geçebilir ama geri dönüyor. İnsanoğlu da böyle. Programlanmış robotlar gibi yaşıyoruz. Birileri bizim yerimize ne yiyeceğimize, nerede tatile gideceğimize karar veriyor. Kimi seveceğimize bile başkaları karar veriyor. Bir toplum ancak kendi kararlarını veren bireylerden oluşursa o zaman sağlıklı ve mutlu bir toplum olur.

Bir dönem İstanbul’da her şey yolundayken birdenbire her şeyi bırakıp Prag’a gidişiniz var. Bu da sizin kendinizi programlamanızın bir parçası mı?
Bir bardağın dolması vardır. Bardak dolduğu zaman taşmaya başlar. Benim o dönem Prag’a gitmem hayatımı kurtardı. Bana yol gösterdi. Ben bunu rüyamda görmüştüm.

Prag'a gideceğinizi de rüyanızda gördünüz ve bir rüyanın peşinden gittiniz?
Aynen öyle. Biliyor musunuz bu aslında çok güzel bir soru; neden her şeyi bırakıp gittim? İnsanın bir eyfuri hali vardır. Nasıl söylemeliyim? Eyfariya…. Yani mutluluk, samatha… Transa geçmiş gibi olduğu bir haldir. O dönemde insan kendini kokulu bir şey zanneder. Orası çok tehlikeli bir çizgidir. Eğer o çizgiyi aşamazsan kendini şizofren koltuğunda bulabilirsin. Benim eğitimlerimde hep söylediğim bir perde vardır, arkasında iki koltuk olan bir perde. O koltuklardan biri şizofren, biri de alemci koltuktur. Ben oraya gitmek istemediğim için Prag’a gittim. Orada hiç bilmediğim bir işi öğrendim ve Prag’ın en büyük radyosunda spikerlik yaptım. Farkında olmadan kendini o şizofren koltukta bulan çok insan var.

Sonra kısa bir zaman sonra Türkiye’ye geri döndünüz? O da rüyanızda görerek verdiğiniz bir karar mıydı?
Hayır. Bir adamın tek bir cümlesi ile dönmeye karar verdim.

Neydi o cümle?
Radyonun yemekhanesindeydim. Bir an önce yemeğimi yiyip, bilgisayarın başına gitmeyi düşünüyorum. Herkes öyle zaten orada. Kimse kimseyle konuşmuyor. Yine aynı şekilde monoton bir gündü. Bir adam karşıma oturdu ve dedi ki “Geldiğinden beri seni seyrediyorum. Hayranlıkla da seni takip ediyorum. O nevruz bayramındaki dansını unutamam.”

Dans da hayatınızın bir parçası değil mi?
Evet. O zaman da profesyonel olarak Kafkas dansları yapıyordum. Çok da severek yapıyordum.

Adam dansınızı izlediğinde ne hissetmiş?
Dedi ki, “Sen burada kalırsan bizim gibi gri bir kuş olacaksın. Oysa sen çok renklisin.” Haklıydı. Ben oranın dışında biriydim. Adamın dediği gibi kafesten uçmazsam aynı onlar gibi olacaktım ve ben bu lafla kendime geldim. Yemeğimi bile bilmeden bilgisayarımın başına geçtim ve sordum: “Ben burada ne yapıyorum?” Bu soruyu kendime sorabilmek önemliydi.

Belki de oraya kadar gitmenizin bir başka sebebi vardır… Hayatta hiçbir şey nedensiz olmuyor…
Olabilir. “Ben burada ne yapıyorum?” diye sorduktan sonra geçmişe bakıp bir analiz yaptım. Oraya gittiğimde sadece radyoculuk yapmak istiyordum, hasta görmek istemiyordum ama emekli bir albay ile tanıştım. Hala yaşıyor, Amerika’da. Onun beyin tümörü vardı. Orada bulunduğum süre boyunca ona seans yapmak için vakit ayırdım. Masmavi gözleri anneme benziyordu ve o gözlerde bir yalvarış vardı. “Hayır” diyememiştim. Belki de oraya gidişimin bir sebebi de oydu, bilemiyorum.

Senin yolun hangisi? - Resim : 2

İnsanın tüm düşünceleri titreşimdir

Sizin hayatınızda yoga da önemli bir yer tutuyor değil mi?
Evet. Felç olduğum zaman hatha yoga ile çok ilgilendim ve gerçekten benim hayatımın kurtulmasında çok önemli bir yol oynadı. Ne var ki, insanlar son zamanlarda bunu jimnastik hareketleri gibi görüyorlar. Oysa yoga bir felsefedir. Bir bakış açısıdır. Din midir? Hayır. O bir yoldur. Bir tarikattır çünkü tarikat yol demektir.

Felsefeleri şekle indirgemekten bahsediyorsunuz sanırım….
Evet, aynen öyle. Halbuki Kuran’da da yazmıyor mu, “Ben sana şah damarından daha yakınım…” diye... Öyleyse insan neyi arıyor ki? Belki bir araç ama o kadar… Yoga için de aynı şey. Kısacası, yogada bir pozisyonda oturup, sadece hareketi yaparak nirvanaya ulaşılmaz. Mümkün değil. İslamiyet’e baktığınızda -eğer doğru algılanırsa- insanoğlu için yoganın belki on kat daha fazlası var. Bütün dinleri birleştirdiğim bir nokta var. Hepsinde kalple beyin arasında bir titreşim vardır. Dinlerde ne deniyor? Amin... Amen... Aum... Bu sesleri çıkardığınızda dikkat edin, hepsinde kalben beyne giden bir titreşim vardır. Dünyadaki her şey frekanstır, bir titreşimdir.. Biyoenerji de bir titreşimdir. İnsanın düşüncesi de konuşması da dünyadaki her ilişki de birer titreşimdir. Her şey bunun üzerine kurulmuştur. Onun için ben diyorum ki, “Sözlerini bırak, düşüncelerine bile dikkat et!”

Düşüncelerimiz gerçeğe dönüşüyor değil mi?
Aynen öyle… Şu anda ‘information medicine’ diye bir akım var. İnformasyon ile insan nasıl tedavi edilir araştırılıyor. İnsan bilgisayara mı bağlanacak? Birilerinin karşısına mı oturacak ya da enerji yüklenmiş bir tablet mi verilecek? Yoğun bir şekilde bunun üzerine çalışılıyor. İnsanoğlu artık beynin çalışmayan bölümünü daha fazla çalıştırmak zorunda kalıyor. Şimdi dünyada var olma savaşı var. Dünya savaştan ibarettir. O yüzden herhalde bir çocuk doğduğunda ağlar ama ölürken ağlayanı hiç görmedim. İnsanoğlunun ilk önce içindeki Tanrı’yı bulması, kendi içini keşfetmesi gerekiyor.

Hastalarınız genel olarak hangi şikayetlerle size geliyorlar? Alternatif tıp ne tür hastalıklar için tercih ediliyor?
Bunu sıralamak biraz zor. Bunca senedir -yaklaşık 25 sene- bu işin içinde olduğumdan çok çeşitli sebeplerle gelen hastalarım oldu. İnsanların parmak izleri birbirine nasıl benzemezse hiçbir organizma da birbirine benzemez. Her organizma bambaşka şekilde çalışır ama modern, klasik battı tıbbı organizmayı bir makine olarak görüyor. Bir fabrikasyon var. Ben her zaman şunu söylüyorum; “Benim bedenim, mikrokozmos için ilaç üretmek istiyorsan bir fabrika kurmalısın. Sadece bir tek benim için bir ilaç üretmeli ve bu tek ilaç için bir fabrika kurmalısın.” Modern tıp böyle düşünmez. Farmakolojide eskiden ilaçlar on senede bir değişiyordu, şimdi neredeyse her ay yeni bir ilaç çıkıyor. Sadece isimleri değişiyor, içeriklerde ne değişiyor belli değil. Zaten içindekileri o kadar küçük harflerle ve anlaşılmaz bir dille yazıyorlar ki, hastanın onu anlaması mümkün değil. Bu dünyanın içinde ben diyorum ki; “Önce ilaçsız tedavi, sonra ilaç ve en son olarak operasyon.”

Fiziksel rahatsızlıkları olanlar dışında sadece psikolojik olarak rahatlamak isteyen hastalarınız da var…
Evet. Onun dışında son zamanlarda onkoloji hastaları çoğaldı. Ondan sonra, migren hastaları, sinirsel rahatsızlıkları olanlar, depresyondakiler... Aslına bakarsanız, normal bir insana bir hafta ana haber bültenini izletseniz, onu hemen tedavi etmeniz gerekir.

Hastalıkların temelinde insanın kendi düşünce sistemi var değil mi?
Aynen öyle. İnsanların bunu anlaması gerekiyor. Kendilerini korumayı, arındırmayı bilmeleri gerekiyor. Amaç bu olmalı. Tabii şehirde yaşarken kirlenmemek mümkün değil. Sen bağımsız hiçbir şey yapamazsın. Senin komşun orada mutsuzsa, o frekans ondan sana da geçiyor. Sokağa çıktığın andan itibaren o nevrozlu, kendi içindeki problemi çözememiş insanlarla muhatap olmak zorundasın.

Siz kendinizi nasıl koruyorsunuz? Nasıl arındırıyorsunuz?
Ben adada yaşıyorum ve orası beni kurtaran bir yer. Orada uyku uyuyabiliyorum çünkü sessizlik var. Doğayla birleşebiliyorum. Adadaki turistler gittikten sonra paten yaparken ya da bisiklete binerken huzuru ve doğanın sesinin yaşayabiliyorum. Doğa ile bir olabiliyorum.

Meditasyon da var mı hayatınızda?
Benim yaşam biçimimin kendisi bir meditasyon. Ben taş dizerken de yürürken de meditasyon halindeyim. İnsanoğlu farklı şekillerde transa geçer. Kimisi bunu para sayarak yapar. Öyle transa geçer ve öyle mutlu olur. Benim için, sabah kalktığımda paten yapabiliyorsam ve doğada kimse olmadığı zaman denizin ferahlığını ve dünyanın yeniden doğuşunu izleyebiliyorsam işte bu en büyük meditasyon hali.

Bir ağaca sarılana deli gözüyle bakılıyor hala…
Maalesef… Ve bu insanların sayısı çoktan da çok; yüzde 98.

Peki bu yüzde 98’e nasıl anlatılacak bu güzellikler? Doğanın ilham verici olduğu nasıl gösterilecek?
Zor soru. Nasıl görecekler? Yere çakıldığı zaman görecek. Çünkü maalesef insanlar yere çakıldıkları zaman bazı şeyleri görmeye başlıyorlar.