''İstemek hiçbir şeydir sadece inandıkların gerçek olur''

Aret Vartanyan… Kişisel gelişim furyasından hoşlanmıyor; edebiyat, psikoloji, müzik, felsefe altyapısı olmadan gelişim olamayacağını söylüyor ve son kitabı ile bize ayna tutarak şöyle soruyor: Gerçekten yaşıyor musun yoksa sadece nefes mi alıyorsun?

''İstemek hiçbir şeydir sadece inandıkların gerçek olur''

Aret Vartanyan’a son kitabı “Gerçekten Yaşıyor musun?”da sık tekrar edilen kavramlarla ilgili düşüncelerini sorduk.
Başarı: Senden beklenmeyeni yapabilmek, senin koyduğun kriterlere ulaşmak, kendini gerçekleştirmen yani hamuruna uygun hayatı yaşaman…
Mutluluk: Dışarıda bulamayacağın, sadece senin götürebileceğin bir şey. Dışarıdan ancak tatmini bulursunuz.
Aşk: Her şeyin kaynağı... Beklentisiz... İnsana birkaç beden büyük.
Sevgi: Çiçek örneği ile anlatabilirim. Aşkta çiçek var, seyrediyorum, soluyor, ölüyor ama ben onu yaşıyorum. Dikkat edin, Aslı ile Kerem, Leyla ile Mecnun birleşmediler, vuslat yoktu. Sevgide ise çiçeğe suyu veriyorum, vitaminini veriyorum, okşuyorum, müzik dinletiyorum. Sevgi emek istiyor. Sevginin türlerini de karıştırmamak gerekiyor. Eşe, çocuğa, dosta sevgi, hepsi farklı. Bir ilişkinin devamı içinse tek başına yeterli değil.
Cinsellik: Yaşamın en temel enerji kaynaklarından bir tanesi… Eğer insanlar cinselliği gerçekten yaşayabilselerdi eğer, ne bu kadar savaş, ne bu kadar felaket olurdu. Cinsellik iki bedenin, ruhun birleşerek oluşturduğu bir senfoni ve yaşamın kaynağı... Oysa cinsellik hala organik bedenlerin sürtünmesi, skor, yarış olarak görülüyor.
Zenginlik: Göreceli…
Evlilik: İki elmanın yan yana yürümesidir, iki yarımın birleşmesi değildir. Bireyin kendinden vazgeçtiği evlilik olmaz, çürür. Geleneksel yapıdaki, kadının köle olduğu, iyi kızın sadece iyi yemek yapan, çocuk yapan olduğu evlilikler ise birer kölelik sistemi…
Çocuk: Mucize… Ama benim malım, kopyam değil. Ebeveyne düşen çocuğun kendini özgürce ifade edeceği koşulları yaratmak, her koşulda arkasında durabilmek… O bize muhtaç bir varlık ve bize düşen onu tez zamanda bağımsız kılabilmek.
Affetmek: Kendini kurtarmak. Karşınızdaki insanın bunu bilmesine bile gerek yok. Affedemiyorsanız çürük yumurtalarla, kokuşmuş et parçaları ile yaşıyorsunuz. Buzdolabında tutmayacaklarınızı içinizde taşıyorsunuz. Affetmek kendini özgürleştirmekten başka bir şey değil. Ayrıca hayata karşınızdaki insanın gözleri ile de bakınca herkesin haklı olduğunu göreceksiniz.
Gülümsemek: Hayata niye gülümseyerek bakamayalım ki? Gülümsemek için daha çok paraya, eve, daha çok sekse ihtiyacımız yok. Zaten bizi gülümseten küçük şeyler…
Sarılmak: Çok önemli... Eğitimlerde ve imza günlerinde insanlara sarılıyorum. Sarılırken hissettiğiniz enerjiyi başka hiçbir şey veremez. Tanımadığınız insanlara sarılmak çok önemli çünkü etiketler sizi yanıltabilir ama sarıldığınız andaki enerji yanıltmaz. Free Hugs’ı destekliyorum.

*Pozitif Dergisi'nden alınmıştır.
Bu hale nasıl geldik peki?
Buna dönemsel de bakmak lazım. 68 kuşağında yine özgür olmak, kendin olmak, kendini ifade etmek isteği vardı. Sonra teknolojinin hızlı gelişimi ile beraber bir anda her şey doldu taştı, tüketmeye başladık, sahip oldukça güçlü hissetmeye, sahip olduklarımızla kendimizi ifade etmeye başladık. Ve sürekli tüketim hali başladı; al, al al… Telefon al, yenisi çıktı onu al… Ama vermek hiç yok. Çok fazla yemek yiyen insanın sindirim sorunu gibiydi ve artık bitti… Bugün şunu yaşıyor insanlar; doluluğun içinde yokluk, kalabalığın içinde yalnızlık… Biz kendin olabilmeyi yanlış anladık. Kendin olmak bencil olmak gibi algılandı. Oysa güçlü insan olmak, birey olmak, artı ve eksilerinle kendini kabul edip ortaya koymak demek... Bunu yapabilseydik sevmekten de bu kadar korkmazdık. Bugün herkes “sevgi böceği” ama sevgiyi konuşan uzmanlar, yazarlar bile tırnaklarını çıkartmaya hazır. Ama sonunda sistem tıkandı ve insanlar sorgulamaya başladı; ben niye yaşıyorum?

Daha iyi şartlarda yaşamayı istemek hata mı?
Daha iyi bir arabaya sahip olmak, daha lüks bir evde oturmak istemekte sorun yok. İmkanımız varsa yapalım. Ben de lüksü seviyorum fakat bu senin kimliğin, kendini ifade etmek aracın olduysa sıkıntı var. Rahatlığı, konforu, güvenliği için en pahalı otomobili kullan ama onun anahtarını toplantı masasına bırakmak için, insanların “Vay be” demesi için o otomobili kullanıyorsan bittin. Çünkü altından o arabayı, kolundan o saati aldıklarında geriye bir şey kalmıyor demektir. Benim derdim o… Sahip olduklarım, çocuklarım dahil benim kimliğimi oluşturmamalı. Bugün anne-babalar çocuklarının başarısını kendi kimlikleri yapıyor. “Benimki şurayı kazandı, seninki nereyi kazandı”diye…

İnsanların kendine bakmaya başladığı bu dönemde sunulan birçok seçenek var. Herkes bir yol gösteriyor. Nereye gideceğiz?
Kimse yeni bir şey söylemiyor ki! Paganizm, Şamanizm, Budizm, Mevlana da aynı şeyleri söylüyordu. Hiçbir şey yapmayın, sadece Mevlana’nın şu sözünü alın; ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün. Bitti… Başka hiçbir şeye ihtiyacınız yok. Açıkçası tıpkı pazarlama gibi oldu, her sene yeni bir yöntem çıkıyor.

O zaman yine tüketime dönmüş olmuyor muyuz?
Aynen öyle… Kişisel gelişim kavramına burada karşıyım. Bakın daha neler çıkacak, nano nefes tekniği gibi şeyler çıkacak herhalde. Oradan oraya savruluyor, arıyorsunuz ama aslında kimse size bir şey veremez ki… Ben diyorum ki bana kurtarıcı gibi bakmayın. Ben sadece ayna olabilirim. Kaynak alıcısını bilmez. İnsan bekliyor ki Aret ya da Ahmet bir şey söylesin, onları yapalım ve kendimiz olalım. Yok böyle bir şey. Bütün cevaplar içinizde var ve gerek yok aslında kitaplar arkasında olmaya. Sürekli yaşamaya başlamak için hazırlanıyoruz. Hazırlanmaya gerek yok aslında sadece yürüyün. Bana düşmüyor söylemek, yine de söylemeye başladım; bu anlamda iyi şeyler yapanlar var ama şaklabanlar daha fazla.

İnsanlar size neden geliyor?

Şunu görüyorum; Yaşam Atölyesi’nin web sitesi bile yokken 60-70 bin kişi olmuştuk biz. Şu kapıdan girdikten sonra benim için önyargısız sadece insan vardır. Enerjiye çok inanıyorum. Ve insanlar samimi olan ile olmayanı çok net ayırt ediyor. Bana niye gelindiğini bilemem ama ne yaptığımı bilebilirim. Ben karşımdaki insana önyargısız bir şekilde, ona aslında kendini hatırlatmaya çalışıyorum, bunun için aracı oluyorum. Sokağa çıkın, insanların yanlarına gidin ve önyargısız olarak sohbet etmeye başlayın. İnsanların konuşmaya ne kadar ihtiyacı olduğunu göreceksiniz. Öyle bir hale geldik ki yoldaki yaralıyı hastaneye götüren adama “iyi insan” diyoruz. Ya da bir erkeğin kadına kapıyı açmasına “centilmenlik” demeye başladık.

Dergimizin adı Pozitif. Herkes pozitif düşünebilmek için çaba sarf etmek zorunda. Neden sizce? 
İnsanın yapısında var negatif düşünmek. Büyük şehirde yaşayan bir insanın kafasından bir günde yaklaşık 80-90 bin düşünce geçiyor. Bunun yüzde 80’i negatif oluyor. Hayatta çuvalladığımız dört yer var. Birincisi başka insanların ne dediğini düşünmek… Çünkü o zaman insanların adına düşünmeye çalışıyoruz. Herkes dünyaya kendi gözlerinden
bakıyor. Ben sizin ne düşündüğünüzü tahmin edemem, sadece yorum yapabilirim ve yanılırım. O yüzden başka insanların ne düşündüğü aslında benim yargılarımdır. Bir diğeri hayatı da yorumlayarak yaşamak… Neyin iyi, neyin kötü olduğunu da bilmiyoruz aslında. Serseri mayın gibi, her şey iyi olduğunda oh ne güzel, istemediğim bir şey olduğunda çok kötü… Nereden biliyorsun? Belki çok kötü görünen bir olay aslında senin için çok iyi olacak. Gece üçte telefon çalıyor ve “Eyvah kim öldü?” diye açıyoruz. Oysa orada olan tek şey telefonun çalması, ahizeyi kaldırana kadar sadece yorum yapıyoruz. İşte biz oturduğumuz yerde hayatı böyle yorumlamaya çalışıyoruz. Üçüncüsü her şeyde garanti arıyoruz ama hayatta hiçbir
şeyin garantisi yok. Ve dört, bizde olmayanı arıyoruz. Sevemiyorsak çok fazla sevgi arıyoruz. Huzur istiyoruz ama biz huzur verebiliyor muyuz insanlara?

İnandığınız için hayatınızda her şeyin hızlı ilerlediğini söylüyorsunuz. Pozitif düşüncenin gücüne inanıyorsunuz diyebilir miyiz?
Yine Paganizm’e, Şamanizm’e geliyoruz, kuantuma geliyoruz. “Secret” kitabı bunların içini boşalttı sadece. Her şey bir ve tektir ama atladığımız şey kendimizi yaşamdan ayrı görmek, yaşadığımızı sanmak, yaşıyormuş gibi yapmak…

Siz gerçekten yaşıyor musunuz şimdi?
Bilmem. Ben yaşamı şöyle görüyorum; yaşam nefes almaktan ibaret değil. Ben niyetimi görüyorum. Facebook terimi ile insanları “poke” etmek yani dürtmek için yaşıyorum. Ben kendimi ifade etme aracı olarak yazmayı görmüştüm zaten ve bunu çırılçıplak yapıyorum. Hayatını kollarını açarak da yaşamayı seçebilirsin, kavuşturarak da. Ama kendini ne kadar çok, her şeyini kabul ederek ortaya koyarsan o kadar güçlüsün. Öfke, kıskançlık gibi negatif duygular aslında kendimizle olan kavgamızın nedeni. Her şey bir ve tektir ve En-El Hak’tan yola çıkarsak eğer bütün şifreler bende var zaten. Bize hep şunu öğrettiler, istemek başarının yarısı. 35 yıllık hayatımda duyduğum en büyük palavralardan birisi. İstemek hiçbir şeydir, sadece inandığın her şey gerçek olur. İnanmak ise emin olmaktır. Bugün bir kahve sipariş verdiğimizde gelip gelmeyeceğini düşünmüyoruz bile. Ama kendi hayatımızla ilgili her şeyden endişe ediyoruz çünkü inanmıyoruz. Her gün yaşadıklarımdan yola çıkarak şunu söylüyorum; çözülemeyecek problem yok. Biz kendimizle kavga ettiğimiz için, kendi kaybolmuşluğumuz nedeniyle mutsuzuz. Yaşam Atölyesi’nin mottosu şu: Sen değişmeden hiçbir şey değişmez!

İstiklal Caddesi’nde yürürken neler görüyorsunuz?
Acı çekiyorum adeta, içim yanıyor. İnsanlardan önce binalara bakın. Eski dükkanları, esnaf kültürünü düşünün. Yozlaşma bu kadar yaşanabilir. “Bir Nefes İstanbul” kitabında bunu anlatmaya çalıştım. Benim çocukluğumda Paskalyalar’da Müslüman, Rum, Yahudi birleşir mumlarını yakar yürürdü. Kadir Gecesi’nde de aynı kadro yedi cami gezerdi. Çocukluğum İstanbul’un son demleriydi ve Aret’i, Agop’u o kadar sorgulamazdı kimse. Şimdi Aret dediğim zaman “Nerelisin? Türkçe’yi çok iyi konuşuyorsun” diyorlar. İstanbul’un bir fahişe gibi görülmesine dayanamıyorum. Herkes “Memleket neresi?” diye soruyor. 20 yıldır burada yaşıyor ve hala bana memleketimi soruyor. İstanbul doğumlu olduğumu söylüyorum, hala memleket neresi diye soruyor. “Nasıl olsa benim memleketim değil” düşüncesi ile hoyrat kullanılacak bir şehir olarak görülüyor ve o yüzden de bu hale getirdik işte.

Gezi olaylarını da göz önüne alırsak, gençlerde bir umut ışığı görüyor musunuz?
Bu çocuklara Y kuşağı diyoruz ama benim için kristal çocuklar bunlar. Algıları daha açık… Sosyal sorumluluk çalışmalarında her yıl gelir düzeyi düşük semtlerde okullara gidiyorum çünkü o çocuklar sıfır kilometre. Kitap okuduğu için dayak yiyen kızlarla konuşuyorum. Dokuz yaşındaki kız çocuğu çok güzel, samimi, içten sorular soruyor. Bu çocuklar her kulvarı ile dünyayı değiştirecek. Evlilik kurumu değişecek. Bu çocukları sabah dokuz, akşam altı mesaisi ile çalıştıramayacaksınız. Bence Gezi Parkı olayları umut verici… Olayların dindiği anda orada bir ekosistem çıktı. Birisi cüzdanını kaybettiğinde, güvenlik güçleri olmadığı halde diğeri ona ulaştırdı. Belediye yoktu ama çöp de yoktu. Yeni nesiller bize hiç bilmediğimiz bir yönetim sistemi getirecek diyorum. Bence o zaman artık lider peşinden gidilmeyeceğini göreceğiz. Olaya makro açıdan bakarsanız dönüş başladı, “al, al, al” bitti.

Yazı: Yaprak Çetinkaya / Pozitif
Fotoğraflar: Ozan Kutsal

İstiklal Caddesi 163 numaranın önündeyiz. 108 yıllık Mısır Apartmanı’ndan içeri giriyor, yapının ruhunu hissederek üçüncü kata çıkıyoruz. Aret Vartanyan’ın Yaşam Atölyesi, koridordaki dev gazete kupürleri ile bizi karşılıyor. Görüyoruz ki Aret aslında yıllardır meslektaşlarımıza sevmeyi, gülümsemeyi, inanmayı, gerçekten yaşamayı, kendin olmayı anlatmış. Olsun, biz bir kez daha soracağız çünkü hepimiz bazı kalıplara o kadar saplanmışız ki değişmekte, yaşamakta, mutlu ve huzurlu olmakta, gülümsemekte, olduğumuz gibi görünmekte, olduğu gibi yaşayabilen çocuklar yetiştirmekte zorlanıyoruz. Son kitabı ile insanları, kendi deyimi ile “dürtmeye” çalışan Aret, her zamanki içten gülümsemesi ile bizi karşılıyor ve başlıyoruz. Söz kendisinde…

Üst düzey yöneticiydiniz şimdi Yaşam Atölyeniz var. Ferrari’sini satan bilge misiniz?
Değilim. Yedi yaşından beri hayatı sorguluyorum, dokuz yaşından beri felsefeyle ilgileniyorum. Sekiz yaşında zımbalayıp sattığım kitaplardan kazandığım para ile klasikleri alıyordum. Dokuz yaşında Nietzsche okumaya başladım. Büluğ çağında Uzakdoğu maceraları başladı. Ardından Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne girdim. Yüksek lisanstan sonra burs aldım, Oxford’da iki sene Batı felsefesi ve teoloji okudum. Türkiye’ye aslında “Yaşam Atölyesi” projesi ile döndüm fakat çalışmam gerekiyordu. Kurumsal hayata reklamcılık ile başladım, çabuk ilerledim. Hayatımda zaten her şey çabuk ilerliyor çünkü buna inanıyorum. Burada dört yıldır 200 bin kişide gördüğüm tek şey net olarak şu: “Hayatta çözülemeyecek bir şey yok.” Ölüm dışında şu an çözülemeyecek bir sorunla karşılaşmadım. Ölüm de bir sorun değil zaten. Türkiye’ye gelir gelmez www.aretvartanyan.com’u kurup yazılarımı paylaşmaya başladım. Çok hızlı yayıldı. 2008’de bir yayınevi kitap önerisi ile geldi, “Sen ve Ben” doğdu. İçimdeki her şeyi döktüğüm bir sohbetti. Kitap bir anda patladı. Böyle olunca Yaşam Atölyesi projesi erkene alındı. O zaman çalışıyordum. Asmalımescit’te bir yer kiraladım. Her gün sabah işe gidiyordum. İşten çıkıp atölyeye geliyordum. Derken atölye büyümeye başladı. Yani gelgitleri çok genç yaşta yaşadım ve sonra ne istediğimi bilerek ilerledim.

Kişisel dönüşüm uzmanı olarak anılıyorsunuz. Bu tanımı kabul ediyor musunuz?
Kaçınılmaz olarak bir unvan koymak zorundasınız. Yurt dışında da ofisler açmaya başlayınca buna ihtiyaç oldu. O nedenle kişisel dönüşüm danışmanı dedik. Yoksa ben hayatı paylaşıyorum, bu sadece orada durmak zorunda olan bir unvan.

Kişisel gelişim kavramına neden karşısınız?
Değilim… Açayım bu konuyu… Niye dönüşüm diyorum? Çünkü içeriyi halletmeden dışarıda bulabileceğim hiçbir şey yok. Ben daha kendimle kavga ediyorken, ne yaşadığımı, nereye gittiğimi bilmiyorken ne anlatacağım, ne vereceğim? Daha kendimi sevmiyorken kimi seveceğim? Daha kendimle barışık değilken kiminle barışık olacağım? Dolayısıyla önce içeriyi halletmem lazım. Gelişim ise edebiyat, felsefe, psikoloji olmadan, yaşam olmadan, müzik olmadan olmuyor. Kişisel gelişim için önce Dostoyevski okuyun, klasikleri okuyun. Ondan sonra başlarsınız insanlardan formüller almaya… Ama ilk önce insan olmanız lazım. Metroya bindiğim zaman tanımadığım insanlara, “Günaydın bugün niye suratın asık?” diyorum. Bana yankesiciymişim gibi bakıyorlar ya da bu hale gelmek için ne kullandığımı merak ediyorlar herhalde.