Yaz başlarken

Neyseki henüz erken. Henüz ortalıkta bağırarak koşuşan çocuklar.

Yaz başlarken

Neyse ki henüz erken. Henüz ortalıkta bağırarak koşuşan çocuklar, dolaşıp duran yazlıkçılar, yüksek sesle konuşup gülen insanlar yok.
Henüz erken. Henüz yaz başlamadı. Biraz sessizlik, saatleri unutmanın verdiği belirsizlik, sanki içimizden gelen her neyse yapabilecekmişiz gibi bir havailik... İlkyazın duygusu...

Henüz son yılların modası, denize girerken, güneşlenirken, bu huzurlu kıyıda bir an için dalıp gitmenize izin vermeyen sonuna kadar açılmış şarkılar çalmıyor.

Yalnızca dalgalara kendini bırakan, birinden ötekine geçen, yükselen, dengesini korumaya çalışan ama sonunda mutlaka bir büyük dalgayla alaşağı olan birkaç sörfçü, uzaklardan geçip giden sessiz bir yelkenli, gelip yanımızda bizimle birlikte tembel tembel yatan yabancı bir köpek... Bizi yabancılamadığı ve dostluk gösterdiği için ‘Dost’ koyuyoruz adını.

Mavi, beyaz şezlongun üstünde bir yandan yeşil, içine meyveler doldurulmuş neşeli kokteylini içen arkadaşım kocaman gözlüklerini çıkartıp elindeki kitaptan bana dönüyor, “Neden böyle yazmış” diyor. “Gerçekten mutlu aşk yok mudur?” “Gözyaşı dökülmemiş bir tek aşk yoktur” dediği şiir Aragon’un.

Dost, kafasını patilerinin üzerine koymuş huzur içinde uyuklarken bir gözünü açıp bana bakıyor, “Aman beni bulaştırma” der gibi kafasını başka tarafa çeviriyor... Mutlu aşk yok mudur?

Ona sörfçülerden birini gösteriyorum. Giderek yükselen dalganın üzerinde kayışını... Bir diğerine geçişini... Dengesini korumaya çalışırken duyduğu heyecanı... Bitmeyen ve sonunda mutlaka kaybedilen o mücadeleyi...

“Sonunda kaybedilen” dedim. Ama yine de, yeniden o dalganın üzerinde olmaktan vazgeçememek... Belki aslında bir yere ulaşmak yerine yalnızca yolculuk yapmanın keyfini sürebilmek... Bize çocukluğumuzu, büyüdükçe korktuğumuz macera duygusunu, kaybolup gitme isteğini, başdöndürücü heyecanı, bir an için bile olsa çılgınca şeyler yapabilme gücünü veren o duyguyu mutlulukla bağdaştırmak zor.

Nedir ki mutluluk?
“Bence huzurdur” diyor, “Ben artık gelgitler istemiyorum, huzur istiyorum, sürekli kaygılanmaktan, korkmaktan, belirsizlikten yoruldum.” Aşk ve huzur. Belki de bir araya gelmesi en zor iki sözcük. Sanki biri ötekini silecek iki ayrı ruh durumu.

 Kalbini çarptıran, seni başkalarından ayıran, bir anda kendinde bile tanıyamadığın, o güne dek fark etmediğin gücü açığa çıkartan, her sabah yeni biri gibi uyanmanı sağlayan o duygunun huzurla pek ilgisi yok çünkü.

Eğer bir dalganın üzerinde yükselip bir diğerine atlıyorsan, gitgide daha çok yükselmenin verdiği o eşsiz duyguyu, o heyecanı, o kendini kaybedişi yaşıyorsan, her an dengeni yitirip düşebileceğini de bilmen gerekir.

Ne kadar yükseğe çıkarsan, o dalganın seni kıyıya vuruşu da öylesine güçlü olacaktır. Hiçbirimiz o dalganın üstünde sonsuza dek kalamayız. Ve ne yapalım ki, o dalganın üzerinde bir biçimde dengemizi koruyarak ama aynı zamanda bizi bu dünyaya bağlayan her şeyden kopuk geçirdiğimiz anlar, şu uzaktan geçip giden sessiz yelkenlinin verdiği huzuru bize veremez. “Hayır,” diyor, “Ben o dalganın üzerine çıkıp o heyecanı yaşamayı seviyorum, ama düşeceğim zaman beni birinin tutacağını bilmek istiyorum.”

Dost, bir kulağını kaldırıyor, gözlerini açıp kapatıyor. Bütün konuşmayı dinler ama anlamazlıktan gelir gibi bir hali var.

Bana bakıp iç geçirir gibi bir ses çıkartıyor. Yeniden patilerinin üstüne koyuyor kafasını. Gülerek bakıyorum ona. “Bu belki de” diyorum, “ideal bir aşk tanımı olabilir...”

Ama Aragon şöyle yazmış: “Vakit çok geç artık hayatı öğrenmeye/ Yüreklerimiz birlikte ağlasın sabaha dek/ En küçük bir şarkı için nice mutsuzluk gerek/ Bir ürperişi nice pişmanlıkla ödemek...” Kitabı kaldırıp bir tarafa koyuyor. Alışmış hareketlerle çantasından çıkardığı güneş kremini küçük dokunuşlarla yüzüne sürüyor.

“Ama” diyorum, “belki de aşk, o gelgitlerle, mutlulukla mutsuzluk, kaybetme ve yeniden bulma, kahkaha ve gözyaşı, fırtına ve sonrasındaki sessizlik, öfke ve merhamet gibi karşıtlıkların yarattığı duygudur...” Ve aslında tıpkı bir roman gibi, gerçekle hayalin arasındaki o belirsiz alanda var olur.

Bazen öylesine güzeldir ki, bir başka büyük şairin, Montale’nin yazdığı gibi hissederiz: “Nice engin yaşam/ senin mendilinden daha dar...”