Güney Fransa rüyası!

Fransa’nın en güzel şehirleri, Fransızların etkileyici aksanları, ekmekleri, balkonları, müzikleri, mimarisi… Üzerine kız arkadaşlar, topuklu ayakkabılar, Michelin yıldızlı restoranlar ve enfes kokteyller… Bir haftalık Cote d’Azur turuna davetlisiniz...

Güney Fransa rüyası!

Cannes, St. Rropez, Port Grimaud, Marsilya
İkinci gün durağımızda İse bir liman şehrİ olan marsİlya bulunuyor. marsilya öncesi güzergahımız üzerinde bulunan ve küçük venedİk olarak adlandırılan Port grımaud’yu ziyaret ediyoruz. ‘Yatımı evimin önüne çekerim’ konsepti üzerine inşa edilmiş ünlü tatil beldesi Port Grimaud kasabasında gezinti yaptıktan sonraki diğer durağımız ise St. Tropez oluyor. Harika villaları ve kumsalları ile Fransız jet sosyetesinin ilk tercihi olan bu şehrin ismi; Roger Vadim’in yönettiği ve burada çekilen ‘Tanrı Kadını Yarattı’ filminin başrol oyuncusu Brigitte Bardot ile özdeşleşerek günümüzdeki popülerliğine ulaşmış. Oldukça orijinal konseptli mağazaların ve dünyaca ünlü markaların en güzel butiklerinin yer aldığı bu şehirde alışveriş konusunda  kendinizi kaybetmeniz mümkün, öyle ki biz kaybettik! Marsilya’ya doğru yol alırken dünyaca ünlü film festivallerinin yapıldığı Cannes’a uğramamak olmaz! Festival alanındaki kırmızı halı kaplı merdivenlerde fotoğraflarımızı çektikten sonra yola devam ediyoruz. Akşam ulaştığımız Marsilya’da meşhur Chez Michel Restaurant’da şehre özgü bir balık çorbası olan ‘Bouillabaise’den deniyoruz. Her zamanki gibi önyargıyla yaklaştığım bu çorbayı içtikten sonra çok sevdim, mutlaka tavsiye ediyorum!

Nerede kalınır?
Daha önce de belirttiğim gibi Marsilya bir liman şehri. Tabii bu durumda muhteşem bir manzaraya sahip… Kaldığımız Sofitel Vieux Port’un da isminden de anlaşılacağı gibi olağanüstü bir liman manzarası var. Sabah kahvaltımızı bu manzara eşliğinde yaptıktan sonra istemeyerek de olsa bu beş yıldızlı muhteşem oteli arkamızda bırakarak sanatın sularla kucaklaştığı bir kasaba olan Aix-en Provence’a doğru yola çıkıyoruz. Fransa’nın en pahalı evlerinin olduğu bu şirin yer, modern sanatın babası olarak kabul edilen Paul Cezanne’nın memleketi olması ile tanınıyor. Aix-en Provence; lavanta tarlaları, yeraltı suları, sabunları, sanat kokan çeşmeleri ve lokumlarıyla ün yapmış küçük, tatlı bir şehir. Kehanetleri nedeniyle kilise tarafından aforoz edilen Nostradamus’un yaşamının son yıllarını geçirdiği eserlerini tamamladığı ve yakılarak gömüldüğü Salon de Provence ise bu şehrin son durak noktası oluyor.

Annecy-Lyon
Annecy, Cenevre’ye yakın küçücük tatlı mı tatlı bir kasaba. Alplerin eteğine kurulu sakin bir göl manzarasına sahip bu kasabanın içerisinden çok sayıda kanal geçiyor. Kanallar, köprüler, saraylar, nehir, göl, dağlar... Annecy’de adeta doğa ve tarihin buluşmasına tanıklık ediyoruz! Ve tabii ki şehrin ortasındaki Annecy Gölü’nden (Lac d’Annecy) bahsetmemek olmaz. Bir tarafı Alp dağları, bir tarafı şehre bakan gölün suları, sokaklarda saksafon çalanlar ve dans edenler… 1960 yılından bu yana, ‘animasyon film festivali’ ile dikkatleri üzerine çeken bu şirin kasaba; 1132 tarihli ve kanalların ortasında, suların üstünde kalan Palais de l’Isle kalesi ile hafızalarımızda kalacak… Günümüzde müze olarak hizmet veren kale; saray, mahkeme ve hapishane olarak tarih sayfalarında yer almış… Hediyelik eşya için biçilmiş kaftan olan bu tatlı kasabanın her yerinde tatlı ve dondurma dükkanlarına rastlamak mümkün. Öğle yemeğinde ise  büyük kaplarda servis edilen ve yanında patates kızartmasının özel soslarıyla geldiği Fransız usulü midye olan ‘mussel’lardan yiyoruz. Alp dağları manzarasına karşı dondurma yememek ise büyük kayıp olur! Tatilimizin son gün durağı ise Fransa’nın en zengin şehirlerinden biri olan Lyon. Bu görkemli burjuva kenti; göz alıcı Rönesans dönemi sanat koleksiyonları, etrafı saran etkileyici dağları ve lezzetli mutfağı ile tam anlamıyla baştan çıkarıcı… Kültürel gezimiz sırasında bu şehirde gördüklerimizin arasında Eski Lyon, Saint Jean Katedrali, Saint Martin d’Ainay Bazilikası ve Opera Binası yer alıyor. Kuruluşu Paris’ten bile daha eskilere, yani M.Ö. 1. Yüzyıl’a dayanan bu şehir; ülkenin önemli ticaret noktalarından biri. Lyon’da son olarak benim gibi film aşıklarını oldukça heyecanlandıracak bir durağa gidiyoruz; Film Müzesi! ‘Batman’dan ‘Titanic’e; ‘300 Spartalı’dan ‘Harry Potter’a birçok filmin storyboard’larını veya filmde kullanılan eşyalarını burada görmek mümkün. Benim en çok etkilendiğim ise ‘The Parfume’ filmindeki başrol oyuncusunun atölyesinde kokuları keşfettiği sahnenin mumyalanmış mizanseni... Güney Fransa turumuzun son akşam yemeğini ise Michelin yıldızlı Leon de Lyon Restaurant’da muhteşem bir şarap mahzeni eşliğinde yiyoruz. Ünlü şef Jean-Paul Lacombe’un bizler için hazırladığı günün mönüsü, yıldızı hak ettiğini gösteren cinsten… Kültürüne aşık olduğum bu ülke, birçok güzelliklerle dolu... Biz Güney Fransa’nın bu kadar çok şehrini gezmeyi hiç durmadan, yorulmadan, bol eğlence ve kahkaha ile bir haftada tamamladık. Sizin bir sonraki tatil rotanız belli değilse, belki de seçiminizi Güney Fransa’dan yana kullanırsınız.
 Arles
1981 yılından beri unesco dünya mirasları listesinde yer alan arles; yeni durağımız... Bu şehir, ünlü ressam Van Gogh’un sanat tarihinin en önemli eserlerinden; Cafe Terrace at Night, La Chambre de Van Gogh ve Sunflowers serilerinin ilham merkezi olarak biliniyor. Sanatçı; Cafe Terrace at Night eserini, sarı tentelerden oluşan küçük bir kafede yapmış ve o kafe; Van Gogh Cafe’si olarak geçiyor Arles şehrinde… Her karesinde Van Gogh’un eserleri bulunan mekanda ise, sanatçının da çok sevdiği kokteyller ikram ediliyor misafirlere… Sanat kokan bu şehirde Van Gogh’un Gauguin ile girdiği tartışma sonucu geçirdiği bunalımla kendi kulağını kestiğini biliyoruz… Van Gogh’un gözetim altında tutulduğu, ünlü eseri ‘The Stary Night’ı resmettiği St. Paul’de Mausole Klinik’i ziyaretimiz esnasında sanatçının kaldığı odayı görünce zaman yolculuğu yapmaktan kendimizi alıkoyamıyoruz. Klinikte gördüğüm en ilginç olay ise Van Gogh aşığı bir Fransız’ın aynı onun gibi kulağını ‘kesmiş’ gibi yaparak bandajlaması ve onun kılığında kliniği ve odasını ziyaret etmesiydi… Sanat kokan bu şehirde lüks bir otelde kalmak yerine oldukça eski bir mimariye sahip butik bir otelde; Hotel Jules Cesar’da konaklıyoruz. Otelin favorilerinden olan ‘petite sin’ tatlısı ise ismi gibi gecemizin küçük günahı oluyor!
 
Yazı: Gizem Gamgam

Nice, Monaco, Monte Carlo

Fransız rivierası nam-ı diğer Cote d’azur; Fransa’nın akdeniz kıyısının bir bölümüne verilen bir ad. Bu bölge ılıman Akdeniz iklimine sahip olduğu ve sıcaklığı kışın bile 15 ve 20 derece arasında dolaştığından, her mevsim rahatlıkla tercih edilebilecek bir tatil rotası... 3.5 saatlik uçak yolculuğumuzdan sonra maceramız sahiliyle ünlü Nice şehrinde başlıyor. Marsilya ve Cenova’nın tam arasında kalan bu şehir; ülkenin en önemli turizm merkezlerinden. Dar sokakları, barok mimarisi ve vintage dükkanlara sahip şehirde, otelimizin de bulunduğu Vieux Nice’te keyifli bir öğle yemeğinde tercihimizi şehrin adına uygun bir salata olan Salada Niçoise’dan yana kullandık. Şehirde panoramik tur yaptıktan sonra ‘zaman az, gezecek yer çok’ diyerek Monaco ve Monte Carlo için yola koyulduk. Nice ile Monaco arasındaki yolda muhteşem doğa manzaralı fotoğraflarımızı çekmek için mola verdik ve böylelikle Instagram hesabımda tatilimden ilk ve muhteşem fotoğrafımı paylaşmış bulundum! Monaco’ya vardığımızda kayaların içlerine oyulmuş yürüyen merdivenler ile yukarı çıkarak Saray Bölgesi’ne ulaştık. Daha sonra Monaco Lisesi, 1. Albert Müzesi, Kraliyet ve Saray bahçeleri gezdiğimiz yerlerden sadece birkaçıydı... Bu şehirde dünya güzeli olan Monaco Prensesi Charlotte’un varlığını unutmaya çalışarak topuklu ayakkabılarımızla günümüzün son durağı olan Monte Carlo yoluna koyulduk. Şehre ulaştığımızda ise hepimizin düşündüğü tek şey ‘İşte zenginlik bu!’ idi… Porsche’nin dahi lüks sayılmadığı bu şehir varlıklı kişilerin bir araya toplandığı bir jet sosyete merkezine dönüşmüş durumda... Sanırım Marie Antoinette’in ‘Ekmek yoksa pasta yesinler’ sözü; Monte Carlo’yu gözünüzde canlandırmaya birazcık yardımcı olur!

Ne yenir?
Günler öncesinden rezervasyon yaptırdığımız Buddha Bar Monte Carlo ile özdeşleşmiş bir mekan. Yemeklerin ve eğlencenin doruk noktasında olan Buddha; Casino’ya da yakın olduğundan ilk tercihimiz oldu. Öyle ya Monte Carlo’ya gelip Casino’ya uğramamak olmaz. Casino’ya girişte kıyafet zorunluluğu olduğundan bavulumdaki en güzel parçalarımı bu akşama saklamıştım! İyi ki de öyle yapmışım çünkü buradaki kırmızı halının üzerinde kırmızı tabanlı Christian Louboutin’ler adeta dans ediyor! Bir kişinin bile ‘kılıksız’ olmadığı bu rüya binada şansınızı denemeyi unutmayın, kim bilir belki şehrin zenginliği size de bulaşır!
Güney Fransa rüyası! - Resim : 1