Ben deli değilim!

“İnsan tabiatında akıllılıktan ziyade delilik vardır” diyor Francis Bacon. Çok haklı değil mi? Hepimiz gitgide delirmiyor muyuz, özümüze dönmüyor muyuz?

Ben deli değilim!

Setenay İlhan
Bir anlık cesaret
Sekiz yaşlarında olmalıyım. Aynanın karşısındayım, elimde makas saçlarımı kesiyorum. İstediğim model olduğuna kanaat getirdiğimde makası bırakıp çıkıyorum odadan. Anneannem ile karşılaşıyorum. Çığlığı basıyor. Hemen apar topar kuaföre gidiyoruz. Saçım kurallara uygun kesiliyor. Amerikan tıraşı. Sindiremiyorum. Mantıklı gelmiyor. Sonra okulda uymak zorunda olduğum bir sürü kuralla karşılaşıyorum. Öğretmeni susup beklemem gerekiyor, yoksa elinde tebeşir bir çocuk ismimi tahtaya yazıyor. Büyüyorum, mahallemizdeki tüm çocuklar Kuran kursuna gidiyor. Merak ediyorum, camiyi belki de ilk kez o kadar yakından görüyorum. 1-2 soru soruyorum hocaya, tatmin edici cevapları oradan da alamıyorum. Minareye çıkmak istiyorum hoca izin vermiyor, yarım saat sonra kendi minareye çıkıyor, kapıyı üzerine kilitliyorum. Sonra biraz daha büyüyorum, genç kızlığın getirdiği sorumluluk ve baskılar baş göstermeye başlıyor. Üniversiteye hazırlanmalısın, aynı zamanda koca bulmalısın. Akıllı olmalısın ama çok sorgulamamalısın. Güzel olmalısın, zayıf olmalısın, kültürlü olmalısın ama aynı zamanda iyi de yemek yapabilmelisin. Evde fingirdek, sokakta prenses, okulda öğretmen, annenin yanında çocuk, doğal süreçte anne... Derken bir anda bir sessizlik oldu. Hani hayatınızda bir noktaya gelirsiniz ya... Yavaş yavaş insanlar silikleşir. Anlarsın ki yaşadığın hayat senin hayal ürününden başka bir şey değil. Tedaviye ihtiyacın olduğunu düşünürsün. Sonra öyle bir an gelir ki her şey sandığınız şeylerin aslında hiçbir şey olduğunu anlarsınız. Kurtulmak hiç kolay değildir o rahat batağından. Çünkü insanlar bulundukları standartları kaybetmekten ölümden daha çok korkar. Oysa bir adım gereklidir harekete geçmek için. Sadece biraz cesaret. Bu anlattığım sınırda olan çok insan var. Benim farkım çok düşünmemek oldu. Delilikse bu, evet. Deli cesareti de denebilir. 2008’de bir yabancı dil okulları fuarına katıldım İstanbul’da. İki hafta içinde karar verildi. Dokuz ay dil eğitimi için Kanada’ya gitmeye karar verdim. Ailem İstanbul’da çalıştığı için beni anneannemler büyüttü. Yaşlılardan da çok şey öğrendim ben. Çocukluğum emeklilik dinginliğinde geçmişti. Hatta zaman kavramının önemsizliğini o kadar iyi öğretmişlerdi ki 2000 milenyum yılına herkes çılgın parti planları yaparken ben anneanne ve dedemle girmiştim. ‘Deli misin?’ demişti arkadaşlarım... Sekiz yıl boyunca tüm resmi tatillerde İstanbul-Karamürsel arası kara ve deniz yollarını arşınladım. Belki de yollar bana öğretti aslında hayatı çok da ciddiye almamamız gerektiğini. O zamanlardan istiyordum daha da uzağa gidip, daha da derin şeyler öğrenmeyi. Ve an gelmişti, elimde biletim, havaalanında 14 saatlik bir uçuş ve varacağım bilinmezlik. Gerçek yalnızlık. Sonra hayatımın kimine göre delilik olarak adlandırılabileceği olayını yaşattım kendime. Kameramı aldım, kurdum karşıma. 90 dakikalık kasedi yerleştirdim, geçtim oturdum karşısına. Başladım anlatmaya. Ne kadar korkum varsa, ne kadar yalanım dolanım bu güne kadar söylediğim... Kimleri kırıp kimlerden kırıldıysam. Yalnızlıklarım, kuruntularım, acı tatlı anılarım. Geçmiş gelecek hayallerdi derken kameranın kırmızı ışığı yanıp sönmeye başladı. Son beş dakika kalmıştı. Kendime geldim hemen. Doğruldum. İzlemeye başladım kaydı. İlk 10 dakika kameranın farkında olan bir insan poz vere vere konuşuyordu karşımda, sonra unuttum kamerayı başladı içimdeki zehir dökülmeye. Kendimle o şekilde yüzleşmek çok zor geldi önce. Günah çıkarma, kendine gelme, kendinden geçme... O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Belki de ben o gün delirdim, bilmiyorum. Bu deneyimi yaşamamda şüphesiz yalnızlığın çok büyük önemi vardı. Dokuz aylık deneyimim bittikten sonra İstanbul’a 2009 senesinde geri döndüm. İlk 15 günün ardından bu yeni benin bulunduğu yere ait olmadığını hissetmeye başladım. Rakılar, balıklar, hoş dost sohbetleri, İstiklal Caddesi, Kadıköy...
Tüm bunlar güzeldi. Peki ya yolda biriken çöpler, birbirine tahammülü kalmamış sinirli insanlar, koşuya çıkmış insanlara laf atan sahil gençleri, sokak ortasında sevgilisini dövenler, buna seyirci kalanlar, sindirilmiş insanlar, kardeşi kardeşe kırdırmaya çalışan çığırtkanlar... Birden çok ağır bir şok yaşadım. Geri sardım kaseti biraz, ben de böyle miydim önceden? Bunların hepsine tahammül edebiliyor muydum gerçekten? Sonra bir yılın ardından geri döndüm Kanada’ya. Şimdi... Kimdir deli? Kafasına bir huni takıp yolda gezen bir adam mı? Tımarhanede yatanlar mı? Çok uzağa gitmeye gerek yok, son bir ayda ülkenin dört bir yanında ayrı ayrı ciğerimizi yakan gencecik arkadaşlarımızın haberlerini izleyip, hiçbir şey yokmuşçasına hayatlarına devam edebilen bizler mi deliyiz? Yoksa bu soruları sorduğum için ben mi? Akıllılıkla delilik arasında ince bir çizgi olduğu söylenir. Bana sorarsanız arasında sınır yok.”
Bilge Egemen
Deliliğe övgü
Ürdün’de dört yanı rahibelerle donatılmış bir Hıristiyan okulunda anaokulu öğrencisiydim. Beş yaşında falanım. Tam da Amman’ın bir ucundan ötekine servislerin yola çıkacağı dağılma vakti... Kızın biri şöyle dedi: ‘Bize gel’. Bütün cümlenin toplaması, çarpması bu kadar. Kız başka bir serviste, ben bambaşka. Kız aynı sınıfta mı değil mi? Kız kim? Aslında gözü şehla bakıyor da arkamda duran başka birine mi davetiye fırlatıyor? Cumburlop atladım kızın servisine. Gittim akşam vakti Amman’ın muhtemelen öteki gezegenine. Evleri kalabalık, bir sürü kardeşlerdi. Annesi çeşit çeşit yemekler yedirdi. Yarasaların uyanma vakti, eve kızın babası geldi. Peşine kattı beni. Otobüslerle yolculuklar yaptık adamla el ele. Bizim sokağın başından aşağıya doğru yürüyoruz gece gece. Uzaktan annemi gördüm. Batmakta olan delirmiş bir gemiye dönüşmüş bahçelerde. O gece annemden KDV hariç beni 40 yıl götürecek kadar fırça yedim. Fakat düzelmedim. Ömür boyu kafama estikçe hep gittim. Hiç deli olmadım. Ama bir kez birkaç dakikalığına delirdim. Halbuki amma da çok isterdim etrafa deli diye nam salmayı. Yanıp sönen, neonlu ışıklarla adımın başına ‘deli’ yazdırmayı. Şu dört tarafı dikenli tellerle çevrili hayatta özgürleşip, sınırsızlaşmayı. Yine de şükürler olsun Tanrı’ma! Tek tük de olsa, bana ‘delilik’ payesi biçen kullar çıkardı karşıma. Bu iltifatları reveranslarla kabul edip çaktırmasam da, delilik onurunu hak eden ben değil 23 yıldır icra etmeye çalıştığım mesleğimdi aslında. El kameramı alıp, tek başıma Irak Savaşı’na gitmek üzere yola çıktığımda, ‘Delirmişsin sen!’ diye arkamdan bas bas bağırdı mahallemizin bakkalı Recai Amca. Yine sınırlar açılır açılmaz tek başıma gittiğim Kosova Savaşı’nda başıma gelenleri alt komşu Fahriye Abla’ya anlattığımda, şöyle tepkiler verdi bana:
- Eee güzel miydi bari Kosova’da kaldığın otel? Havuz mavuz?
- Ne havuzu, savaş vardı savaş Fahriye Abla! Hiçbir yerde yer bulamadım. Ama uzun yol şoförü Türklerle tanıştım. Avrupa’ya gidip gelirlerken bir gece mola verip uyumak için Priştina dışında bir ev tutmuşlar. Sağ olsunlar bana da kalacak tertemiz çarşaflı bir oda verdiler.
- Hiii delisin kız sen valla! Korkmadın mı aynı çatı altında hiç tanımadığın adamlarla uyumaya?
Vallahi de billahi de korkmadım. Daha internetler, şakır şakır veliler arası iletişimler doğmamışken gök kubbede, cep telefonları havalarda uçuşmazken yer kürede, o anaokulundaki kızın babası, adresimi bulup, elimden tutup sağ salim evime teslim etmemiş miydi beni? İşte ben galiba o gün efsunlandım.
Tayvan depreminde gece sokakta uyuduğumda da, Hafız Esad’ın Şam’daki cenazesine yetişeyim diye alacakaranlıkta Türkiye-Suriye sınırında yine tek başıma otostop çektiğimde, yük gemisinin içinde korsanlarla dolu Somali kıyılarını geçtiğimde de tıpkı o uzun yol şoförleri gibi hep iyi insanlar çıktı karşıma. Şimdi söyleyin bana ya da sorun gelmiş geçmiş tüm Freud’lara... Bu hikayenin atardamarında yer almakta olan ben, bakkal Recai beyefendinin ima ettiği gibi kafasında birkaç huniyle dolaşan ve ancak farkında bile olmayan bir bahtsız bedevi miyim? Deli değilsem de eğer, o zaman ne işim var oralarda? Ama günlerden bir gün karla kaplı bir İstanbul gece yarısında yeni doğmuş oğlum Cem’i emzirirken ansızın hüngür hüngür ağlamaya başladım. İlk defa ölmekten korktum. ‘Hop’ dedim kendi kendime ipini koparmış danalar gibi bir daha atma kendini öyle tehlikelere…. Fakat gel gör ki, kendi kendime verdiğim sözden yedi yıl sonra yine işim için döndüm ve kendimi bir anda Mısır’daki Tahrir meydanında buldum. İtiraf ediyorum, Tahrir’in bu kadar tehlikeli boyutlara varmış olabileceğini, tacizin tecavüzün orada bu kadar legalleştiğini birazcık öngörebilseydim, gitmezdim. İlk provokatör ortaya çıktı. ‘Bunlar Türk!’ diye bağırıp, çığırdı. Eli sopalı koşarak bize gelen gözü dönmüş adamlar bir anda etrafımızda etten halka ördü. Tam da içlerinden biri, beni bu yöne kameraman Ali Erdağı’yı şu yöne sürükleyerek götürme fikrini ortaya attığı sırada ben delirdim. Sağ salim kurtuluşumuzu bu hala kötü hissettiren delilik nöbetime borçluyum. Halime üzülüp, acıyanların yardımları sayesinde öfkeli kalabalığın eline geçmekten, kıl payı kurtuldum. O an delirmeseydim. Şu an yeryüzünde tozdum.”