"Kocamdan önce askerlik yaptım"

Sema Börü'nün yaşam hikayesi filmleri andırır cinsten...


Yazı: Filiz Şeref

Irak’ta 20 yıl neredeyse hiç evden çıkmadan yaşanan bir hayat... İnternet, cep telefonu, iletişim kanalları yasak. Sokaklarda kaçırılanlar, bir kaos ortamı... Altı ay boyunca yapılan mecburi askerlik… Ve sonunda, bir gün çıkan yasayla o dünyadan kurtuluş! Türkiye’ye geldiğinde bir motosiklet kulübü kuran Sema Börü, bir Irak Türkmeni. Yaşadıklarıysa filmleri andırır cinsten.

Irak’ta doğdunuz, büyüdünüz. Saddam dönemini tüm zorluklarıyla yaşadınız. İran ve Körfez Savaşı sırasında henüz çocuktunuz. Peki böyle bir ortamda nasıl bir dünyanız vardı, anlatır mısınız?
33 yıl önce İran Savaşı sırasında Bağdat’ta doğdum. Annem öğretmenlik yapıyordu. Babam da devlet memuruydu; sürekli tayini çıkıyordu. Önce Basra’ya sonra Kerkük’e taşındık. 1990’daki Körfez Savaşı’nda ise Irak-Amerika arasındaki savaştan dolayı ambargo vardı, aynı zamanda askerler her yeri bombalıyordu... Savaş dönemlerini tahmin edersiniz, hep tedirgindik.

Irak’ta bir kadın olarak yaşamak nasıldı?
Çok zordu. Tek başına dışarı çıkamazsın; alışverişe dahi gidemezsin. Hayatım 20 yaşına kadar hep evde geçti diyebilirim. Babam bazen bizi arabayla götürürdü, dükkanının önünde inerdik. Çünkü kadınları kaçırma olayları vardı. Sadece kadınları değil, zenginleri de kaçırırlardı.

Fidye için mi?
Evet. Iraklı muhalif ve bizim çapulcu dediğimiz bir kesim vardı. Silahlarla geziyorlar ve insanları kaçırıyorlardı. Araplar altın takı takmayı çok severler; onları kaçırırlardı. Benim dayımın bile evine baskın yaptı bu teröristler. Dayadılar silahı boynuna ve ‘kızını ya öldürürüz ya kaçırırız ya da bütün mal varlığını verirsin bize’ diye... Bu durum, şu anda da çok yaygın Irak’ta. İş sahibi, firma sahiplerini kaçırıp fidye istiyorlar. Kaçırdıkları insanları ise iğnelerle uyutuyorlar fidye gelene kadar. Para ödendikten sonra aile baygın halde buluyor yakınını. Fidye vermezseniz öldürüyorlar, ölüsünü bile bulamıyorsunuz. Bir de geceleri teröristler evi basmasın diye babam, eniştem, teyzemin oğulları sırayla nöbet tutarlardı. Sahura kalkar gibi annemler kalkıp onlara yemek hazırlardı. Evin altında kocaman mahzenimiz vardı. Pirinç, şeker saklardık; çünkü kıtlığa girebilirdi bir ürün. Elektrik de çok kesilirdi, jeneratör alırdık.

Saddam dünyasında nasıl bir diktatörlük hakimdi?
İnternet yasaktı, cep telefonu yasaktı, uydu yasaktı. Televizyon izleyemiyorduk. Üç tane yerel kanal vardı, zaten ikisi Saddam’ın, bir tanesi de oğlunun kanalıydı. Onların istediği dizileri izleyip şarkıları dinliyorduk. Evlerimize kesinlikle Saddam’ın fotoğrafını asmak zorundaydık. Baskın yapabilirler ve ‘Saddam’ın neden fotoğrafı asılı değil!’ diye sizi içeri alabilirlerdi. Döviz taşımak yasaktı. Paranın üzerinde fotoğrafı var diye parayı yere düşüremezdiniz. Saddam’ın izni olmadan yurt dışına çıkamıyordunuz. Olur da çıkıp geri gelirseniz öldürüyorlardı. Saddam kaçan kızı ve ailesinin bile canını yaktı. Kendi damadını ve torununu taradılar, bir tek kızına kıyamadı. Sonra ‘Ben yapmadım, halkım beni sevdiği için bu hıyaneti kabul etmedi ve bunu yaptı. Benim yapabileceğim bir şey yok, ben de üzgünüm’ dedi. Düğünleri de gizli yapmanız gerekiyordu. Çünkü Saddam’ın oğlu Uday gelini beğenirse alabiliyordu. Zengin bir ailesin, otelde düğün yapılıyor mesela... Uday geliyor ve gelini ya da akrabalarından birini beğenirse alıp gidebiliyordu. Hiçbir şey diyemiyordun. Ya geri bırakıyor ya da öldürüyordu. Saddam’ın tek iyi yanı eğitime önem verirdi. Kıyafetler, kitaplar ücretsizdi. İngilizce eğitim ilkokuldan başlıyordu.

İsyan olmuyor muydu peki?
Her yerde adamı vardı. Okul müdürü Baas partisindendi zaten, öğretmenlerin ve öğrencilerin içinde de partiden birileri vardı. Yani bir kişi direniş yapmaya kalksa duyulurdu mutlaka. Saddam ile ilgili bir şey bile konuşamıyorduk. Ağzımızdan yanlış bir kelime çıkar da başımıza bir şey gelir diye...

Askerlik macerasına nasıl atıldınız?
Saddam ve partisi Baas, tek başlarına yürütüyorlardı hükümeti. Buradaki kanunlar gibi değildi orada kanunlar. Yasa önerileri oylanmıyordu; Saddam bir yasa çıkarıyordu ve ertesi gün hemen uygulanmak zorundaydı. Yine bir gün bir yasa çıktı; ‘16 yaşını doldurmuş herkes askerlik yapacak’ diye. O sırada 18 yaşındaydım ve mecburen altı ay askerlik yaptım. Elime, Kalaşnikof bile verdiler.

Bir anda nasıl bir dünyada buldunuz kendinizi?
Çok değişikti; çünkü bir yandan Saddam’dan korkuyorsun bir yandan Amerikan askerleri bombalayabilir diye endişeleniyorsun. Emir kulusun, istemesen de yapmak zorundasın. Bomba nasıl imha olur, kendimizi nasıl müdafaa ederiz, kaçırıldıysak nasıl kendimizi kurtarır kaçarız, istihbarat olayını da öğrettiler bize, nasıl bilgi sızdırırız... Ailem de elbette ‘kızımızın başına bir şey gelecek, kız çocuğunun ne işi var askerde’ diye korkuyorlardı. İlk silahı elime verdiklerinde sesinden rahatsız olur muyum diye korkmuştum. Ve ilk atışı da ben yapmıştım şansa; kolum epey acımıştı. Eğer askerlik yapmasaydım, okulumu da okuyamazdım, diplomamı vermeyeceklerdi. O sırada lisede fen bölümünde okuyordum.  

Askerlik yapmanın bir faydasını gördünüz mü peki?
Erkeklerden korkmuyorum. Rahatlıkla kafa tutabilirim!

O dönemlerde ayrımcılık da vardı değil mi?
Evet; Türk, Kürt, Arap diye ayrımcılık vardı. Kendi aramızda yoktu ama o bizi birbirimize düşürmeye çalışırdı. Bir ara, bir yasa çıktı; Arap değilseniz, nüfusunuzda geçmiyorsa araba alamıyordunuz. Ev alamıyordunuz. Devlet dairesinde çalışamıyordunuz. Biz sonuna kadar direndik. Atatürk’ü bile annem gizli gizli anlatırdı bize. Çünkü Saddam Türkleri sevmezdi. Biz de Türkiye’yi, Türk insanlarını gizliden seviyorduk. Türk ismi de koyulmazdı çocuklara. Bu yüzden, ailem Arapça olan isimlerden seçmiş bizim isimlerimizi ve ‘bir gün mutlaka gideceğiz’ diyerek koymuşlar; benim Sema, kardeşlerimin Mustafa, Murat, Fatma.

Kaçmayı hiç düşündünüz mü?
Irak’ta zaten hep kaçma güdüsüyle yaşıyorsunuz. Bizim ailenin büyük çoğunluğu kaçmıştı, kimse kalmamıştı. Biz de İstanbul’a bir gün geleceğimizi biliyorduk. Çünkü işler gittikçe kötüye gidiyordu. Ama orası bizim topraklarımızdı. Arazilerimiz, evlerimiz, komşularımız oradaydı; bırakmak istemedik. Saddam babamın dayısını da idam etmişti bu arada. Çünkü Türkiye’ye gelip dönmüştü. Biz ölüsünü bile bulamadık; vermediler bize. Biz de yasal yollarla çıkmak istedik. Sonunda çıktık ama bizden sonra da o gitti.

Saddam devrildiğinde ne hissettiniz?
Çok sevindik. Ama bir yandan da üzüldük. Bayram namazı sabahında asılması Arap ülkelerine kötü bir mesaj oldu.

Kurtuluşunuz, o mucize nasıl gerçekleşti?
Bir gün yine bir yasa çıktı. ‘Devlet memuru olup, askeri rütbesi olmayan 50 yaşını geçmiş çalışanlar emekli olabilir ve o emekli olan insanlar yurt dışına çıkabilir, pasaport veriyorum’ diye. Biz de bu kanundan yararlanarak çıktık ve Türkiye’ye geldik. Dönünce babam bir İtalyan ayakkabı fabrikasının genel müdürlüğünü yaptı, ama kardeşlerimin okuması için iki sene sonra İsveç’e gittiler. Ben ise eşimle tanıştım, evlendim ve burada kaldım. Evlendikten bir sene sonra da hamile kaldım. Eşim o zaman daha askere gitmemişti, ben ondan önce askerlik yaptım yani. Hamileyken ben, o askere gitti. Tek başıma hamilelik yaşadım, o da ayrı bir maceraydı.

Sonra burada kadınlara özel bir motosiklet kulübü kurdunuz...
Doğum sonrasında bir gün Bağdat Caddesi’nde oğlumu gezdirirken motosiklet kullanan gençleri gördüm. Hoşuma gitti, ‘ben niye kullanmayayım!’ dedim. Önce ehliyetimi sonra motosikletimi aldım. Bu işi nasıl daha eğlenceli hale getirebilirim diye düşünerek Pembe A2’yi kurdum. Bir ortağım oldu sonra. Etrafımızda kullanan kişileri de toplayarak hafta sonları Yalova’ya, Şile’ye, Antalya’ya ve daha pek çok yere gittik. O grup bir süre sonra faaliyet gösteremedi ve ben Bosphorus Lady Rider’ı kurdum. Sonra çocuğum büyüdü, işim yoğunlaştı, bir araya gelmemiz zorlaştı, biraz motora ara vermek durumunda kaldım.

Şu anda özgür, rahat, keyifli bir yaşamınız var. Peki geçmişte yaşadıklarınızın hiç bilinçaltınızdan yükselişine şahit olduğunuz durumlar oluyor mu?
İyi ki İstanbul’a gelmişim; ancak böyle atabildim üzerimden bu psikolojiyi, yoksa gerçekten çok zor. Orada mutlu bir insan yoktu, hala da yok. Teyzemin kızı var hala orada yaşayan; evinin karşısında karakol var, bombalanacak ve oğluna bir şey olacak diye korkuyor. Saddam’dan sonra daha iyi olmadı ülke. O dönemde ‘ona bulaşma, dediğini yap’ felsefesiyle yaşayınca bir şey olmuyordu. Şimdi Şii-Sünni olayı var. Hastaneleri bile ayrı. Saddam gittikten sonra otorite boşluğu oluştu, herkes ben öne çıkayım derdine düştü. Evet, buraya gelince başka bir hayata geçiş yaptım ben. Tercüman asistanı olarak bir holdingde çalışıyorum. Arapça, İngilizce tercümanlık yapıyorum. Tabii ki bazen sıkılıyorum. Eski alışkanlığım devam ediyor, öyle çok fazla alışveriş yapmıyorum. Yaptığım en güzel şey, motosiklete binmek. İnsana sabrı, dikkati öğretiyor. Fakat işin aslı bu şehir benim için özgürlükler şehri olsa da, sizlerin çok da özgür olmadığınızı düşünüyorum. Benim için ne olursa olsun daha iyi bir hayat var burada, ama sizin için olumsuza doğru giden şartlar söz konusu. Trafik, stres, plaza yaşamı... İnsanlar birbirine selam bile vermiyor. Bir şeyler ters gidiyor sanki.

Buradan gitmeyi düşünüyor musunuz?
Hayır, düşünmüyorum.

Çocuğunuza yaşadıklarınızı anlattınız mı?
Oğlum şimdi 10 yaşında. Anlatıyorum tabii geçmişte yaşadıklarımı zaman zaman ama anlamıyor. Nasıl olur hiç algılamıyor. Cumhuriyet dönemini anlatan yaşlıları dinleriz ya inanamadan, benim anlattıklarım da ona öyle geliyor.