Korkma değil denge zamanı

Çok yeni bir gündemle karşı karşıyayız; korkuyoruz ve bunda çok da haklıyız. Diğer yandan korkunun esiri olmak yerine bir an evvel toparlanmak ve dengede kalmak gibi bir sorumluluğumuz da var.

Korkma değil denge zamanı

Yazı: Yaprak Çetinkaya

Gündemi daha karışık, acıların ve ölümlerin çok sık yaşandığı bir ülkeyiz. Tam da ‘Artık acıları kanıksadık mı?’ derken öyle bir olay oldu ki tüm dengelerimiz altüst durumda... Kime inanacağımızı şaşırdığımız için şüpheler içindeyiz, bundan sonrasının ne olacağını bilmediğimiz için korkularımız çok büyük. Birçoğumuzun darbe deneyimi yok ama hakkında o kadar çok şey okuduk ki korkmakta da haklıyız. Üstelik bu sefer senaryo çok daha karmaşık. Kimimiz evine kapandı, kimimiz gözünü kulağını haberlere tamamen kapadı, kimi ise her saniye ekran başında... İşi tamamen espriye vurarak baş etmeye çalışanlar var, bir de başka ülkede yaşama hazırlıklarına başlayanlar... Ancak diğer yandan da kocaman bir sorumluluğumuz var! Ne yaparsak kendimize, sevdiklerimize ve ülkemize faydalı olacağız? Üç farklı alanda ismin görüşlerine başvurduk. Cümleler farklı olsa da mesaj aynı: Kendi merkezimizde kalarak, olumluya odaklanarak, birlik olmayı kolaylaştırarak yaşamaya devam edeceğiz.

“Değiştiremeyeceklerimize odaklanmayalım”
Esin Nur Akyıldız/Uzman Psikolog

15 Temmuz gecesi yaşananlardan sonra toplumun psikolojisini nasıl gözlemliyorsunuz?

15 Temmuz hepimiz için oldukça ağır bir gece oldu. Cuma akşamı o saatlerde ‘Yarın ne yapıyoruz?’ sorusu yerini ‘Eyvah ne yapacağız?’ paniğine bıraktı. Bir anda pek çok şey değişti. Şüphe devreye girmeye başladı. Paranoid bozukluk belirtilere dahi neden olan ‘Kim doğruyu söylüyor?’ sorusu ile, kaldırılamayacak boyutta büyük olduğu görülen gerçeğe, gerçek dışı bakışları devreye soktu. Ertesi sabah yapılacak kahvaltı, gidilecek iş yeri veya gezilecek yerler, yani bizi biz yapan şeyler sanki bir gecede elimizden alındı gibi bir tablo çizildi. ‘Acaba devamı gelir mi? Ülke nereye gidiyor? İşsiz kalır mıyım? Geleceğim ne olacak?’ gibi kaygılar ortaya çıkmaya başladı. Haliyle kaygı bozukluğu ve hatta panik atak tanısı konulacak düzeyde belirtilerle bize başvuranlar oldu. Bazıları da durumu değerlendirmektense, baş edebilme olanağını oluşturabilmek adına, psikolojik savunma düzeneklerinden ‘inkar etme’ ya da ‘yön değiştirme’yi tercih ederek, sanki böyle bir sorun yokmuş gibi hareket etmeye başladı. Buradaki en önemli nokta şu aslında; herkes ciddi bir şok halinde ve biliriz ki şoktan bir anda çıkılmaz. Yavaş yavaş, eski düzene, gündelik hayatın içindeki akışa geri gidildikçe tekrar sağlıklı ve normalize edilmiş hayatın içine girilir. Buradaki hızlı ilerleyiş, ülkemizdeki düzenin bir an önce aklın ve mantığın bir olduğu noktayla birlikte düzene girmesiyle mümkün olacak. Bu şoktan olabildiğince hızlı bir şekilde çıkabilmenin yolu, var olan düzen ne gerektiriyorsa aynen devam etmek. Böylelikle otoriter yaklaşım sonucunda kendini güçsüz ve vasıfsız hissetmek yerine, kendini gerçekleştirmesini sağlayan düzene geri dönmeye başlaması, kişiye panikle unuttuğu ‘kendisini’ hatırlatacak ve kişi tekrar güçlü hissetmeye başlayacak.

Böyle büyük toplumsal olayların devamında nefret duygusu artıyor. Durumu olumluya çevirmenin, bu yaşananların boşuna yaşanmamış olmasını sağlamanın yolu nedir?
Bu tarz büyük olaylar, ‘Zaten artık kaybedecek bir şeyim yok’ düşüncesiyle kontrolsüzce davranışlar sergilenmesine neden olur. Çok tehlikelidir. Bunun önüne geçebilmenin yolu, her şeyden önce kişilerin anlık verdikleri tepkilerle birlikte hayatlarının diğer alanlarında yaşayabilecekleri sıkıntıları yok saymamaları. Diğer taraftan, sakin bir toplulukta bir kişinin çıkıp öfkesini çıkartması ve kendisiyle birlikte hareket eden kimseyi görmeyince sönmesi farklı bir şeydir; birbirinden hiddetli, öfkeli insanların, ortak olduğunu düşündükleri bir amaç için kontrolsüzce hareket edebilmeleri başka bir şey. En önemli tavsiyem; insanı insan yapan en değerli şeyin, kendi lehine çevirmeyi başardığı zekası, aklı ve iletişim becerileri olduğu gerçeğinden hareketle birbirimizi uyararak, kontrollü ve erdemli davranabilmek, bu anlamda birbirimize destek olmaktır.

İnsanların çok korktuğu görülüyor. Örneğin sosyal medyada ‘Durum çok kötü…’ diye başlayan ve hızla yayılan paylaşım, ‘Ya başıma bir şey gelirse!’ korkusunun bir kanıtı oldu. Korkuyla başa çıkmanın yolu ne?

Korku, tıpkı şüphe gibi. Bir kere içimize girdi mi ve merkezimize geçti mi, güçsüzleşir, zayıflar, yok oluruz. Korku insanın içinde var olan özgüven, güven, huzur gibi en önemli besin kaynaklarına odaklanmayı engeller. Bu engelle birlikte pozitif olan şeyleri bile görmezden gelerek hep negatife ve kaygıya odaklanmaya başlarız. Yaşadığımız olaylar ve kontrol edilemeyen son durumlarla birlikte korkmak tabii ki son derece normal ve sağlıklı bir tepki. Fakat bunu kendi lehimize çevirebilmenin yolu; ‘korksam da korkmasam da ben hiçbir şeyi değiştiremeyeceğim’ diye düşünmek. Dolayısıyla kendimi kaygı, endişe ve korkuyla yok edeceğime, çözebileceğim kadarını çözüp, hayatın diğer güzelliklerine ve enerji veren kaynaklarına odaklanmalıyım.

Bireysel hayatımızda ne yaparsak hem kendimize hem de yakınlarımıza ve topluma faydamız olur?
Bireysel hayatımızda her şeyden önce şunu unutmamalıyız; bu hayatta hepimizin sahip olduğu birtakım roller var. Tabii ki yaşanan olaylar ve ihtiyaçlarla birlikte hepimiz farklı ve ihtiyaca yönelik davranabiliyoruz. Fakat, sen-ben ayrımı yapmadan ‘insan olmak’, destek vermek, el uzatmak, tebessüm etmek, omzuna dokunarak bir ‘aferin’ diyebilmek gibi insanı davranış şekillerine konsantre olarak davranırsak, topluma çok güzel örnek oluruz. Diğer taraftan askerlik ya da farklı görüşlerde olmak gibi noktalarda sürekli olumsuz ve güvensizlik yaratan durumlardan bahsedildiğinde, başka bir bakış açısını da katmaya çalışmamız gerekir. Evet, bu hayatta güvenilmez insanlar var ama güvenilirleri de var. Evet, bu hayatta sorumluluğunu kötüye kullanan insanlar var, fakat iyiye ve doğruluğa kullananlar da var. Askerliğin, asker olmanın ya da birlikte hareket edebilmenin ne kadar asil, artı ve güzel yönleri olduğu üzerine fikir alışverişinde bulunmak insanın empati yeteneğini artırır. ‘Hepimiz insanız ve birbirimiz için elimizden ne geliyorsa yapmalıyız çünkü birbirimize lazımız’ düşüncesinin yayılmasına katkı sağlayacak, birlik ve beraberlik adına destekleyici olacak girişimlerde bulunabiliriz.

‘Artık bu ülkede yaşamak istemiyorum’ diyenlerin sayısı artıyor. Gitmek çözüm mü?
Tabii ki çözüm değil. Yani en azından gerçekçi bir çözüm değil. Çünkü siz dünyanın neresine giderseni gidin, eğer sorunlarınız sizinleyse, gittiğiniz yerin hiçbir önemi yok. Tabii ki konforlu, medeni ve refah düzeyi yüksek bir topluluğun içine kaynaşarak kişilerin kendilerini tekrardan gerçekleştirebilme çabaları çok kıymetli fakat aynısı ülkemizde kalarak da yapılabilir. İnsanlar ancak hiçbir şeyi değiştirebilecek güç ve enerjiyi, inancı kendilerinde ve çevrelerinde bulamadıklarında bu şekilde davranırlar. ‘Daha iyisinin olmasına imkan yok’ demek gibi bir şey aslında. Her zaman daha iyisi, daha doğrusu, daha uygunu vardır.

Korkma değil denge zamanı - Resim : 1

“Önce kendi iç Çatışmalarımızda sakinleşelim”
Ünal Güner/Araştırmacı-Yazar

Son günlerde neler deneyimledik, siz neler gözlemlediniz?
Yaşanan olaylarda bildiğimiz hayat düzeni sarsıldı ve birçok kişinin güven duygusu yara aldı. Hayatın kontrolü bizim elimizde ya da otorite bildiğimiz kişi ve kurumlarda zannederken, birden korumasız ve kendi başına kalmanın yetersizliği hissedildi. Otoriteye güven azaldığı için içsel ve toplumsal kaos oluştu. Görüştüğüm kişilerin kimi karamsarlaşmış kimi herkesten şüphe duyar olmuş kimi bezgin, şaşkın ve kendini çaresiz hisseder vaziyette. Kişiler bastığı zemini güvenli bulmadığından, bir kontrolsüzlük hissi ile korku ve endişeye kapılmış durumda… Kimileri de bu olayı olumlu bir hale çevirmeyi başarmış daha fazla içeriyi dinlemeye başlamış, kontrol etme halini ilahi bir teslimiyete bırakarak akışta olmayı seçmiş. Farklı görüşlerden birçok insan da birlik kurdu, canları pahasına özgürlükleri için korkularını cesarete dönüştürdü.

Ayrışan ve nefret söylemlerine kapılan farklı kesimlerden çok insan var. Bunları neden görüyoruz, yaşıyoruz?
Bir kişinin hayata ve kendine güveni azaldıkça korkuları artar. Korku, güvensizlikten; kin, nefret ve kızgınlık ise korkudan doğar. Bize ait olduğunu düşündüğümüz, sahip olduğumuzu zannettiğimiz bir şeyi bizden almaya çalışanlara karşı yönlendirdiğimiz düşük frekanslı bir duygudur nefret. Kendimize benzemeyenleri dışlamak, bencilce bir korunma güdüsüdür. Bu sebeple kimi dünyaya ‘biz’ diyebiliyorken kimi, ‘benim kabilem’, ‘sadece benim görüşümde olanlar’ diyebilir. Ötekileştirme duygusu arttığında dışlama, çatışma, düşmanlık ve nefret de artar. Dünyada yaşayan insan sayısı kadar anlayış ve bakış açısı vardır. Bu saygının Yunus Emre’deki karşılığı, ‘Yaradılan’ı severim Yaradan’dan ötürü’dür. Şükürle gelen kabul ve sevgi kardeştir. Kabul edemediğimiz bir hali dönüştüremez ve sevemeyiz. Burada hatırlanması gereken kendi sorumluluk alanımızın doğru tespiti ve hak yemeden hakkımızı da yedirmemektir. Kendimizin ve başkalarının yaşam alanına ve haklarına saygı duymak önemlidir. Bu da ancak içsel barışla mümkün. Yani önce kendi iç çatışmalarımızda sakinleşerek huzura yürüyebiliriz.

Korkuya kapılan insan nelere açık hale gelir? Korkumuzla başa çıkmanın yolu ne?
Seyrettirilen ve yaşanan olaylar karşısında korku endişe ve panik gibi duyguların kapımızı çalması çok normal. Bu duygular bedenimizde ikinci çakrada yani yaratıcılık ve üretim merkezinde oluşur. Bedenin ‘chi’si, yani tüm manyetik elektriksel sistem ve akupunktur meridyenlerini besleyen enerji burada üretilir. Elementi sudur. Bedenimizde böbrek, üreme ve bel bölgesine denk gelir. Korku ve endişe durumunda enerji kanalları tıkanır ve üretim sadece negatif çalışır. Yani olayların sadece zararlı ve kötü yönleri görülür. Bu durum da daha fazla güvensizlik çekmeye sebep olur. Korku karanlık bir duygudur ve belirsizlikten beslenir. Karanlığa ışığı tuttuğumuzda aydınlık başlar. Işığa karanlık tutulduğunda ise ışık hala oradadır.

Bireysel hayatımızda ne yaparsak hem kendimize hem de yakınlarımıza ve topluma faydamız olur?
Anadolu’da biri korktuğunda önce o kişiye su içirilir. Çünkü korku esnasında böbrek enerjileri kasıldığından chi enerjisi üretimi azalır. Bol canlı minarelli su içmek böbreklerin chi enerjisi üretimini aktive eder. Bu enerji, Uzak Doğu’ya göre hayat enerjisidir. Tüm fiziksel ve psikolojik rahatsızlıklar bu enerjinin üretilememesi veya iletim kanallarının tıkanmasından kaynaklanır. Bu enerji oluşup vücudun her noktasına ulaşmaya başladığında öncelikle güven ve pozitif duygular başlar.

Hayat enerjisini yükseltmek için neler yapabiliriz?
Nefesi böbrek ve leğen kemiğine kadar yollamak, bazen yüksek sesle nefes yoluyla olumsuz birikimleri dışarı atmak (bağırmak), böbrek ve sakrum kemiğini avuç içlerini sürterek ısı vermek, bu bölgeleri gerdirici ve açıcı hareketler yapmak, gülümsemek, hatta kahkahalar atmak, ibadet etmek, yumuşak renkleri ve doğayı seyretmek, sakinleştirici müzikler eşliğinde dinginleşmek, dua etmek, olumlu hayaller kurmak faydalıdır. En önemlisi ise hayatın mükemmel bir matematikle ve bizim hayrımıza çalışan sistem olduğunu anlayarak, kabul ederek, kendimizi güvende hissetmemiz. Gelin, duygu ve düşünce tohumlarımızı sevgi ve güvenle, olanı kucaklayarak ekelim.

Türkiye’den gitmek isteyenler ve bir de onları eleştirenler var. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
İnsan gittiği her yere kendini de alır götürür. Kendini dönüştürmeden kaçıp gideceği yerlerde aynaya yansıtacağı benzer durum ve olaylar olacak. Çoğu zaman da sevmediği ot burnunun dibinde biter. Patrona kızıp işten ayrılmak isteyen danışanlarıma şu an bu iş yerinin ona ne anlattığını anlamadan gittiğinde daha beter patronların eline düşeceğini söyledim. Bazıları bunu tecrübe ederek öğrendi. Doğmayı seçtiğimiz diyardan bir farkındalıkla değil de kaçıp kurtulmak için gidildiğinde de benzer hatta biraz daha ağır senaryolarla karşılaşılabilir. Vatan bir rahim ve annedir; bize verdiklerine şükredip hakkını teslim edince, yani geçmişten özgürleşince, geleceğin kapıları daha kolay açılacaktır. O zaman gerçek ihtiyacımızla doğru yer ve zamanda buluşabiliriz.

“Ayrılıklara değil, ortak yanlara bakalım”
Doç Dr. Nuri Haksever/Endokrinoloji Uzmanı

15 Temmuz gecesi yaşananlardan sonra toplumun psikolojisini nasıl gözlemliyorsunuz?
Bazı insanların içinde dışa vuramadıkları nefret duygularını ifade etmek için ortam oluştu. Güçlü tarafta olduğunu düşünen bazı kişiler toplumun bir parçası değil de toplumun sahibi gibi davranmaya başladı. Oysa bu ülke hepimizin. Diğer taraftan itidal içinde kalmak ve düşünce jimnastiği yapmak isteyen kişiler doğrudan ‘diğer taraf’ olarak lanse edilme psikolojisi içinde duygularını ifade edemiyorlar. Bu durum toplum psikolojisinde sorunlar yaratabilir.

Darbe gibi bir olayın sonucunda dahi birleşmekte zorlanıyoruz. Nefret söylemleri yükseliyor. Neden böyleyiz?
Nefret hissinin başlama yeri kişilerin kendilerine güven duymamaları ve özsaygılarının olmaması. Ortam müsait olduğunda bastırılmış duygular farklı şekillerde ortaya çıkabiliyor. Yıllarca değerinin anlaşılamadığını düşünen, ötelendiğini zanneden kişiler ‘düşene sen de bir tekme vur’ psikolojisine kapılıyor ve suçlu olarak gördükleri ama tam olarak anlayamadıkları, zaten anlamak için gayret bile sarf etmedikleri kesime içlerindeki yetersizlik duygusundan doğan nefreti kusuyorlar. Oysa her şeyin başı sevgi. Sevgi aydınlıktır. Ama kültürümüz sevgiyi dahi yanlış yorumluyor. ‘Benim olmazsan kara toprağın olursun’ yaklaşımı sürüyor. Yani aslında sevgi değil, bencillik ve ego konuşuyor. Korku ise karanlıktır. Yok etmenin tek yolu aydınlığı getirmektir.

Korkunç bir gece geçirdik ve etkileri sürüyor. Korku insanı nasıl etkiliyor?
Korku insanı felç eder. İnsanlık özellikleri yok olur. Robotlaşır. Bu safhayı geçerse tekrar saldırganlaşır ve kaos doğar. Toplum ayrışır, birbirine güven duymaz, diğerini düşman olarak görür. Ülke bölünür ve düşmanların ekmeğine yağ sürülür.

Bireysel hayatımızda ne yaparsak hem kendimize hem de yakınlarımıza ve topluma faydamız olur?

Gelecek ile ilgili olumlu düşünce üretmeliyiz. Hayallerimizi oluşturmalıyız. Böyle bir durumda zor gibi durmasına rağmen ‘beynine ne doldurursan senin gerçeğin o olur’ ilkesini bilirsek güzel bir gelecek için güzel düşünceler olması gerektiğini anlarız. Birbirimize selam vermeliyiz ve aradaki ayrılıkları değil, ortak özellikleri görmeliyiz. Mesela ben bugüne kadar Türk bayrağını eline almamış hatta yerlere atmış olanların şimdi Türk bayrağı ile dolaşmasını olumlu olarak görüyorum.

‘Artık bu ülkede yaşamak istemiyorum’ diyenlerin sayısı artıyor. Gitmek çözüm mü?
Herkesin çözümü farklı olabilir. Gitmek isteyene kal demek ülkeden nefreti artırır. ‘Bülbülü altın kafese koymuşlar, ille de vatanım demiş’ hikayesi vardır. En güzel şeyi bile bir insana verseniz onun farkında değilse boşa gayret olur. Korku içinde olanların gitmesi hem toplum hem de kendileri açısından geçici bir çözüm olabilir ama gerçek çözüm ortak özelliklerimizi ön plana alıp kardeşlik ve barış içinde yaşamayı öğrenmek.