Sıra kendinize şefkat duymada!
Çevrenizde olanlara karşı duyarsız kalmıyor ama siz zor durumda olduğunuzda kendinizi acımazsızca eleştiriyorsanız, sıra benliğinize şefkat göstermeye geldi demektir.
Yaşamımızda üzüntü ve neşe bir arada... Etrafımızda
gördüğümüz mutlu olayların yanı sıra çoğu kez hem yaşayanı hem de çevresini
derinden etkileyen üzücü durumlara da rastlayabiliyoruz. Birçok kişi karşı
tarafın içinde bulunduğu bu durumu içselleştirerek, onun için üzülüyor, endişe
ediyor. Oysa bu kişiler çevresine duyduğu şefkatli yaklaşımı kendi için
hissedemiyor. Yaşadıklarından kendini suçlayan, kimi zaman acımasızca eleştiren
bu kişilerin de aslında kendine şefkat göstermesi gerekiyor. Psikolog,
Profesyonel Koç ve Eğitmen Ayşen Gündüz ile kişinin kendine şefkat
duyabilmesinin önemini ve nasıl yapılabileceğini görüştük.
Kendine şefkat
duyabilmek nedir?
Esasında şefkat duymanın ne demek olduğunu çok iyi
biliyoruz. Dışarıda sıkıntıda olan, acı çeken birini gördüğümüzde onun acısını
fark edebiliyoruz. Yüreğimiz açılıyor, onun için endişeleniyoruz, merak
ediyoruz, üzülüyoruz. Burada bahsettiğim acımaktan farklı bir duygu. O iyi mi,
nasıl yardımcı olabilirim düşüncesinden bahsediyorum. Araştırmalar da gösteriyor
ki kendimize gösterdiğimizden yüzde 75 daha fazla şefkati, diğer insanlara
gösteriyoruz. Burada ki kritik soru şu: ‘Başkalarına gösterdiğim kadar kendime
de anlayış gösterebilir miyim? Buna izin verebilir miyim? Bir başkasının başına
zor bir durum geldiğini gördüğüm durumda hissettiğim şefkati, kendi başıma
geldiğinden nasıl karşılayabilirim?’
Bunun için neye ihtiyacımız var?
Kendine şefkatten bahsettiğimizde bunun üç önemli unsuru
var. Öncelikle kendini eleştirmektense, kendine anlayış gösterebilmek. Kendimize
de yakın bir arkadaşımıza gösterdiğimiz gibi sıcak, hassas ve anlayışlı
olabilmek. Durup şu anda neye ihtiyacım var diye sorabilmek. Örneğin
istemediğimiz bir davranışta bulunduğumuz, yanlış bir şey yaptığımız
zamanlarda, bunu nasıl yapabilirim diye kendimizi azarlamaya, dövmeye başlamak
yerine, ‘Şu anda stresliyim, istemediğim bir davranışta bulundum ve bu hata
beni korkunç, affedilemez bir kişi yapmaz’ diyebilmek. Davranışı, kişiliğimizden
ayırt edebilmek önem taşıyor. İnsanım, hatalarım olabilir demek yani mükemmel
olmadığımız halimizi de takdir edebilmek gerekiyor. Zaten işin ilginç yanı da
şu: Mükemmel diye bir şey var mı? Kim belirliyor bu mükemmeli? Kime göre
mükemmel? Oysa olmayan bir şeyin peşinden koşup, sonra da neden olmadı diye kendimizi
cezalandırıyoruz maalesef.
Bir başka önemi unsur bu zor anlarımızda kendimiz izole edip, insanlardan uzaklaştırmak yerine, yaşadığımızın diğer insanlarla ortak yanlarını fark edebilmek. Kendimizi ‘Bu sadece benim başıma geldi, bu olmamalıydı, bir şeyler yanlış oldu’ düşüncesine kaptırmamak. Üstelik kim söyledi dünyada hiçbir şeyin yanlış gitmemesi gerektiğini? ‘Bu olmamalıydı, bu sadece benim başıma geldi, neden ben’ sorgulamaları bizi diğerlerinden uzaklaştırıp, kendimize acımamıza, yetersiz hissetmemize sebep oluyor. Oysa o anda yaşadığımız problemin başkalarının da başına geldiğini, benzer durumları deneyimlediklerini hatırlamak, ortaklıklarımızın farkına varmanın müthiş bir gücü var. Mükemmel olmamayı kucaklayabilmek esasında bizleri birbirimize daha çok bağlıyor. Ortak paydamız tam da o mükemmel olmayan, hataları olabilen tarafımız. Kendimize acımaya, kızmaya başlayıp, silahlarımızı kuşandığımız, defansa geçtiğimiz yerlerde, kendini doğrulayan kehanet gibi, insanları da kendimizden uzaklaştırıyoruz, itiyoruz. Sonra da ‘Bak gördün mü, zaten kimse yanında değil, yapayalnızsın’ gibi düşüncelerle daha da pekiştiriyoruz bu yalnızlığı. Bir anlamda bu kehaneti aslında biz kendimiz yaratıyoruz ve sonra da doğrulayacak şekilde davranmaya devam ediyoruz. Bu da bir süre sonra sürekli oynadığımız psikolojik oyunlardan birisi haline geliyor. Kendimizi önce kurban yapıyoruz, sonra da celladımız oluyoruz. Dolayısıyla başarısız olmamalıydım yerine, başıma geldiğine göre bundan ne öğreniyorum, ne öğrendim, ne öğrenmeliyim diye bakabilmemiz büyük önem taşıyor.
Üçüncü unsur da farkındalık yani mindfulness. Son zamanlarda sıkça duyduğumuz bir kavram bu. Anda yaşadığımızın, deneyimlediğimizin olduğu o anda farkına varabilmek becerisi. Kulağa biraz karışık, zor bir şey miymiş gelse de aslınca çok basit. Bu temelde; o anda ne deneyimliyorsak, onun olduğunun kabul edilmesi. Genelde otomatik olarak yaptığımız, bir şey hakkında düşünmek. Dünyayı düşüncelerimizin filtresinden, süzgecinden görüyoruz. Ancak düşünce mutlak gerçek olmadığı gibi son derece görecelidir. Tam da anda olan biteni, onun hakkında düşünmek yerine deneyimleyemeye, fark etmeye açık olmak anlamına geliyor. Kendimize şefkat duyabilmemiz için önce ne deneyimlediğimizi fark etmemiz gerekiyor. Başkalarına olduğunda ilk tepkimiz ‘Sen iyi misin, bir şeye ihtiyacın var mı?’ iken, kendimize olduğunda ilk tepki çözmek oluyor. Biz de ne olduğuna, nasıl hissettiğimize bakmadan hemen çözüme gitmeye çalışıyoruz. Hemen düşünceye gidiyoruz. Dünyamızı düşünce lenslerinden görüyoruz. Hayatta kalabilme mekanizması olarak zihnimizin doğal eğilimi düşünmek, anlamlandırmak, tehlikeyi görmek ve çözüme gitmek... Zihnimiz mutluluk için değil, hayatta kalabilmek için tasarlanmış. Onun ürettiği hikayelere dalmadan önce her ne deneyimliyorsak o anda ona odaklanmamız gerekiyor. Ne hissediyorum, duygularım ne? Duygu hakkında düşünülmez, hissedilir. ‘Bu hissettiğimi çözmek için, ortadan kaldırmak için ne yapabilirim?’ yerine, ‘Duygusal olarak şu anda neye ihtiyacım var?’ sorusuna bakabilmek gerekiyor.
Peki kendine şefkat duymak ne değildir?
Genel intibaının aksine kendine acımak, utanç duymak,
kendini suçlamak, bencil olmak, bahaneler bulmak, kusurlarına göz yumak değil. Ne
yazık ki kendine şefkat duymanın zayıflık, yumuşaklık olduğu gibi bir inanış
var. Hatta bazen motivasyonumu sağlamak için kendime karşı acımasız olmalıyım,
eleştirmeliyim, bu beni ayakta tutar, direncimi sağlar gibi bir inanış hakim
olabiliyor. Oysa kendimize acımasız olduğumuzda, başarısız olmayı da göze alamıyoruz.
Hata yapmak, başaramamak kabul edilebilir bir şey olmuyor bizim için. Böyle
olunca da bir süre sonra başarısız olmamak için denemekten, risk almaktan
vazgeçiliyor. Kendine karşı şefkat duyabilmek, bunu seçmek çok büyük dayanıklılık,
kuvvet gerektiren bir tutum. Araştırmalar da kendilerine şefkat gösterebilen
kişilerin, karşılaştıkları zorluklarla çok daha kolay başa çıkabildiklerini,
düştüklerinde rahatlıkla ayağa kalkıp yola devam edebildiklerini gösteriyor. Çünkü
onlar kendi hayatlarının sorumluluğunu alabiliyor, kendilerine bakabilme
cesareti gösterebiliyor. Ayrıca kendilerine veya başkalarına yanlış bir şey
yaptıklarını, hatalı davrandıklarını fark ettiklerinde, acımasızca kendilerini
veya karşılarındakini eleştiriye gitmeden, özür dileyebiliyorlar, davranışlarının
sorumluluğunu alabiliyorlar. Dolayısıyla motivasyonu öldüren değil, tam tersine
güçlendiren bir durum bu. Sadece yaşadığımız deneyimle yüzleşebilmek, neye ihtiyacımız
olduğuna bakabilmek, ihtiyacımızı karşılayabilmeyi mümkün kılıyor. En büyük
eleştirmen kendimiziz. Kendi kendimize söylediğimiz eleştirileri, iç konuşmaları
bir başkasına söylesek, herhalde o kişiyle ilişkimiz ciddi sıkıntıya girer. Dolayısıyla
kendimizi acımazsızca eleştirdiğimizde, kendimizle ilişkimizi de bozuyoruz. Bize
sahip çıkacak yine kendimiziz. Biz bunu yapmıyorsak, başkalarından bizim için
yapmasını nasıl bekleyebiliriz?
Kendimize neden
bu kadar acımasız davranıyoruz?
Kendini eleştirmenin alışkanlık haline gelen bir etkisi
var. Bu aslında bildiğimiz en basit hayatta kalma mekanizmasına dayanıyor. Bir
tehlikeyle karşılaştığımız zaman verdiğimiz ilk otomatik tepki kaç, kal veya
savaş oluyor. En eski ve basit savunma mekanizması! Bir problemle, tehdit ile karşılaştığımızda
adrenalin salgılıyor ve ilk tepki olarak bu üç davranıştan birisini yapıyoruz. Yaşadığımız
bu çağda artık fiziksel tehlikeyle karşılaşmamız daha az bir olasılık.
Dolayısıyla artık tehdit, tehlike fiziksel olmasa da varlığımıza bir tehdit
olarak algılıyoruz. Yetersizlik, başarısızlık, becerememe hissiyle
karşılaştığımız durumlarda beynimiz problemi kendimiz olarak algılıyor. Ve ona
kaç, kal, savaş stratejisini uyguluyor. Buradan da çıktığımız yol kendimizle
savaşmak, kendimizi dış dünyadan izole etmek, içe kapanmak gibi yollardan
birisi olabiliyor. Yani altta yatan unsur kendimizi problem, tehdit kaynağı gibi
algılamak.
Nasıl başa
çıkabiliriz bu kendi kendimizle savaş halimizden?
Kendini eleştirmenin fizyolojik bir tepkisi olduğu gibi,
kendine şefkat duyabilmenin, kendi kendini sakinleştirebilmenin de fizyolojik bir
yolu var. Bunun kaynağı özellikle memelilerdeki güven sistemine dayanıyor. Fiziksel
sıcaklığı hissedebilmek, nazik bir dokunuş, rahatlatıcı bir sesle mümkün
oluyor. Vücudun da bir bilgeliği, bilgisi var. Kendimizi yatıştırmamız, iyi davranmamız
gereken durumlarda onu kullanıyoruz. Dikkatimizi özellikle problemi yaratan zihnimizden,
vücuda doğru almalıyız. Bu kendimize önem verdiğimizi, ona iyi baktığımızı bize
hatırlatacak, fizyolojik olarak bizi rahatlatacak bir hareket olabilir.
Özellikle kendinize acımasız olduğunuz, korktuğunuz, stres altında
hissettiğiniz zor bir durumda kaldığınızda sizi rahatlatmaya yarayacak bir
hareket edinin kendinize. Küçük bir çocuğun üzgün olduğunu gördüğünüz zaman ilk
tepkiniz ne olur? Ona dokunmak, sarılmak, elini tutmak, sırtını sıvazlamak,
yanağını okşamak gibi... Siz de kendi içinizdeki küçük çocuğa aynı şekilde
sahip çıkabilirsiniz. İhtiyaç duyduğunuz anlarda, nazikçe kollarınızla kendinize
sarılmak, kendi elinizi tutmak, ellerinizi kalbinize götürüp sıcaklığını hissetmek
gibi... Sizi hangi hareket iyi hissettiriyorsa, sakinleştiriyorsa onu bulun. Başkalarının
olduğu ortamlarda da yapabileceğiniz, minik bir versiyonunu da yaratın bu
hareketin. Kendi kendinize yardım elini uzatmaya ihtiyacınız olan her anda vücudunuzun
desteğini bu şekilde kullanabilirsiniz. İlk başlarda saçma gibi gelebilir size.
Ancak bilimsel olarak da açıklaması var. Bunu yaptığınızda sakinleştirici
parasempatik sinir sistemi devreye giriyor. Bu da fiziksel olarak kan basıncı,
kalp atışı hızı, kan şekerini düşürüyor. Rahatlatıcı bir fiziksel dokunuşun
gücünü asla yadsımayın.
Bazen
duygularımız o kadar kabarıyor ki onlarla başa çıkmak çok zor olabiliyor. Bu
durumda ne yapabiliriz?
Elbette duygular çok geniş bir yelpazede. Bazen de
oldukça zorlandığımız duyguları hissettiğimiz anlar olabiliyor. Öfke, utanç,
endişe gibi... Böyle bir durumda hissettiğimiz duygunun adını koyabilmek önem
taşıyor. Araştırmalarda duygumuzun adını koyduğumuzda, ne hissettiğimizin
farkına vardığımızda beyinde amigdalanın yani beyinde duygusal hafıza ve
duygusal tepkilerin oluştuğu, duyguların denetiminden sorumlu bölgenin de rahatladığını
belirtiyor. Dolayısıyla duygumuzun içinde kaybolmak yerine önce ne
hissettiğimizin farkına varmamız gerekiyor. Bu bize ne yapmak istediğimizi seçmek
için bir alan yaratıyor.
İkinci adımda hissettiğimiz duyguyu vücudumuzun neresinde olduğunu fark edebilmek. Dolayısıyla yine vücudun bilgeliğine geliyoruz. Her duygunun bir zihinsel bir de fiziksel tarafı var. Bildiğiniz gibi zihnimiz onun etrafında bir sürü hikaye yaratıyor. Zorlandığımız bir duygu içindeyken zihnimizdeki sesleri, düşünceleri takip edebilmek, değiştirebilmek daha zor. Sürekli bir düşünce bir başkasını doğuruyor, yeni hikayeler yazıyor zihin. Zihni yerinde tutmak bir hayli zor oluyor. Özellikle de problem olarak algıladığı, kendimize dair favori eleştirel hikayeleri yazmaya başladığında. Çok kısa bir sürede iş çığırından çıkıyor, kontrol bizden gidiyor. “Sen ne kadar kötüsün, beceriksizsin, değersizsin” gibi sesler bizi ele geçiriyor. Sonrasında yarattığı etkiyi zaten çok iyi biliyorsunuz. Oysa fiziksel tarafına bakmak daha kolay çünkü vücudumuzdaki sinyaller, düşünceler kadar hızlı değişmiyor. Bu anlarda dikkatimizi vücudumuza vererek, o duygunun nerede olduğuna bakmak, onu nerede hissettiğimizi fark etmek, hem dikkati zihnin yaratığı hikayelerden alıyor, hem de o duygunun da değişmeye başlamasına yardımcı oluyor.
Bu zor anlarda kendimize şefkat duyabilmek için üçüncü adımda da kendimizi biraz önce bahsettiğim gibi rahatlatmak ve sakinleştirmek geliyor. Bundan kastettiğim duyguyu yok etmeye çalışmak değil. O anda onu hissetmemiz de hayatın bir parçası ve o şekilde hissetmemizin bir sebebi var. Ancak vücudunuzu, kendinizi o anda rahatlatabilmek hem fiziksel ve hem de duygusal bir şefkat getiriyor size. Zorlandığımız duygular bakış açımızı da daraltıyor. Bu yüzden durup, o anda ne hissettiğimizin adını koymak fiziksel olarak bizi rahatlattığından olaya daha geniş bir açıdan da bakabilmemizi sağlıyor.
Gücünüzü
hissedin!
İnsanoğlu her an zor bir durumla karşı karşıya kalabiliyor.
Böyle bir durumda önce ne hissettiğinin farkına varıp, duygunun adını koyması
gerekiyor. Ardından kişinin bunu hisseden, yaşayan ilk ve tek kişi olmadığını hatırlamasının
önemine değinen Psikolog, Profesyonel Koç ve Eğitmen Ayşen Gündüz, şu
önerilerde bulunuyor: “O an hissettiğiniz zor duyguyu kabul edip, başkalarına
duyduğunuz empatiyi kendinize de duymaya izin verin. Ben kötü bir insanım
deyip, kendi varlığınıza saldırmadan, davranışa odaklanıp ben bunu yaptım
diyebilmek gerekiyor. Davranıştan ziyade, varlığınıza yaptığınız eleştiri çok
daha fazla yıkıcı etkiye sahip. Mükemmel olmayan bir dünyada, başkaları gibi
ben de mükemmel değilim ve olmak zorunda da değilim sözünü hatırlamak önem
taşıyor. Unutmayın ki başkalarıyla ilişki içindeyken, kendinizi de sevebildiğiniz,
şefkat duyabildiğiniz, kendinizle olumlu bir ilişki kurabildiğiniz cesur bir
yaşam yaratmak sizin elinizde...”
Kaynak: Formsante Dergisi