Yeter mi? Asla!

Hep daha fazlasını istiyorsanız bu virüsten kurtulmalısınız!

Yeter mi? Asla!


İştahı kapanmaz tüketiciler olduk
Rus asıllı matematik dehası Grigori Yakovlevich Perelman, yüzyıllardır çözülemeyen ve dünyanın en büyük yedi probleminden biri sayılan Poincare sanısını çözdükten sonra kendisine verilen para ödülünü reddetmişti, hatırlar mısınız? Bu olay büyük bir tartışma konusu olmuştu. Nedenini nasılını bir yana bırakıp, kim kendisine sunulan parayı istemez biz ona bakalım. Kim gurur yapar, kim durumu çok da iyi olmadığı halde bir vakfa para bağışlar? Kim önündeki parayı elinin tersiyle iter? Haydi, dürüst olun!

Üstelik Affluenza virüsü bu kadar yayılmış durumdayken… Affluenza nedir diye soracak olursanız, Avustralyalı bir yazarın bulduğu bir kavram diyebiliriz öncelikle. İngilizce’de refah (affluence) ve grip (influenza) kelimelerinin birleşiminden oluşuyor. Refaha daha çok para kazanarak, satın alarak ve biriktirerek ulaşılabileceği inancını simgeliyor. Bir süredir tüketim kültürü eleştirmenlerinin de dilinde olan bu terim, daha fazlasını ısrarla istemeye sebep olan israf, kaygı, borç ve fazla çalışma sorunu olarak da tanımlanıyor. Bulaşıcı bir durumdan bahsediyoruz bu arada uyaralım. Kredi kartı borcunuz hiç bitmiyorsa, eksikler sürekli tamamlanmalı hissiyatı içindeyseniz, tamamlanmadığında derin bir mutsuzluk içinde yüzüyorsanız, giyecek hiçbir şey bulamıyorsanız ve sürekli daha iyi markalardan daha güzel kıyafetler almak istiyorsanız, dünyada hızla yayılan bu grip salgınına siz de yakalanmış olabilirsiniz.


Maddi hırsları azaltmalı
Sonuç olarak tüketim toplumunun bu diktesi karşısında, kendi duruşumuz önemli bir rol oynuyor. Mutsuz olmayı mı yoksa mutlu olmayı mı seçeceğiz, bu tamamen bizimle alakalı. Her zaman daha iyisi mevcut ve ‘daha iyi’nin bir sonu yok.

Öyleyse işe nereden başlayacağız?
Temelde amacımız, bakış açımızı değiştirmek olmalı. Hayatı nesneler üzerine kurmaktan kaçınmalıyız. Duygusal tatminimizi sadece nesnelerden sağlayabileceğimizi düşünmek, bizi yanıltır: “Canım çok sıkkın, en iyisi gidip alışveriş yapayım.” Evet, bu bizi belki o an için rahatlatır. Ama uzun vadede bir çözüm değil. Daha fazlasını istediğimizi fark ettiğimiz noktada, kendimize bir es vermeli ve durup üzerinde düşünmeliyiz. Bu istek ne kadar gerçekçi? İsteğimi elde edersem, herhangi bir amaca hizmet edecek mi? Yoksa aslında ne için istediğimi bilmiyor muyum? Bu isteğim gerçekten bir eksikliği mi tamamlayacak? Yoksa var olanlara bir yenisi mi eklenecek? Yani özetle; otomatik yaşamaktansa biraz düşünce egzersizi yapmalıyız.

Psk. Aylin Sezer; “Anlamı maddiyatta aramak, sonu olmayan bir çukuru doldurmaya çalışmaya benziyor. Oysaki yaşamın anlamını sahip olduklarımızda değil, daha derinde aramak önemli. Ruhsal huzurumuz ve mutluluğumuz, objelerden aldığımız tatminin önüne geçmeli. Başta bu yönelimi tersine çevirmek zor olsa da, kişi zamanla, sahip olduğu manevi gelişime değer vermeyi öğrenebiliyor. Kendimizi tanımak, ihtiyaçlarımızı ve bizi mutlu eden şeyleri fark etmek, bu yolda, maddi hırslarımızı azaltarak devam etmek önemli. İlişkilerimizde ve yaşamımızın diğer alanlarında, kendimizi, sahip olduklarımızla değil, olduğumuz kişi olarak ifade etmeliyiz. Sahip olunan mal varlığını yardım için kullanmak, kendi için değil, başkaları için bir şeyler yapmak aslında bu yolun ilk adımları” diyor.

Aslına bakarsanız, zehir belli, panzehir belli… Evet öncelikle içeriye bakın dışarıya değil. Sürünün peşinden her zaman gitmenin bir anlamı yok, koyun olmayın. Çekici olmaktansa güzel olmaya bakın. Ailenizi sevgiyle kucaklayın. Hayatı bir yarışma olarak görmeyin. Çok fazla TV izlemeyin. Basit sanki değil mi?

Ama yeterli mi?

Belki de her şeyi bu Aborjin duası özetliyor: “Her şey yeterli olsun! Seni ayakta tutmaya yetecek kadar güzelliklerle dolu bir yaşam sürmeni diliyorum. Aydınlık bir bakış açısına sahip olmana yetecek kadar güneş diliyorum. Güneşi daha çok sevmene yetecek kadar yağmur diliyorum. Ruhunu canlı tutmaya yetecek kadar mutluluk diliyorum. Yaşamdaki en küçük zevklerin daha büyükmüş gibi algılanmasına yetecek kadar acı diliyorum. İsteklerini tatmin etmeye yetecek kadar kazanç diliyorum. Sahip olduğun her şeyi takdir etmene yetecek kadar kayıp diliyorum. Son ‘elveda’yı atlatmana yetecek kadar ‘merhaba’ diliyorum.”


Sorun çocukluğa iniyor
Tüm bu yaşadıklarımız çocuk yetiştirme tarzımıza da yansıyor elbette. Ve virüs tehlikeli bir şekilde yayılmaya devam ediyor. Uzm. Klinik Psikolog Esin Çelik; yetiştirilme ve yetiştirme tarzının bu konuda önemli bir kriter olduğuna parmak basıyor: “Eğer çocukluğumuzdan itibaren nesneler üzerine kurulu bir dünyanın içinde büyüdüysek ve duygusal ihtiyaçlarımız göz ardı edildiyse, elimizdekinin bizi mutsuz etmediğini görebiliriz. Belki de bu noktada, biz nesnelerle kendi duygusal açlığımızı doyurmaya çalışıyoruzdur.”

Özellikle çocuk yetiştirirken, çocuğa mümkün olan her şeyi almaya çalışıyor günümüzde ebeveynler. “Çocuğumuzun her istediğini yerine getiriyoruz” diye düşünüyorlar. Oysa psikologlar bu durumu hiç de sağlıklı bulmuyor, “Çocuklara sürekli maddi değeri olan şeyler alıp onun mutlu olmasını beklersek, yetişkinliğinde elindekilerle mutlu olamayan insanlar görmemiz çok muhtemel” diyorlar. Çünkü mutluluğa ilişkin inançlarımız zamanında hep nesneler üzerine kurulmuş oluyor.

Bir ayakkabı… Vitrinde öylece duruyor. Sanki ‘al beni’ diye yalvarıyor. İhtiyacınız gerçekten yok ama dayanamadınız, aldınız. Şimdi aklınız kırmızı tabanlı bir diğerinde… Alışveriş merkezinden çıktınız. Arabaya bineceksiniz. Arabanız henüz 5 bin kilometrede ama siz yanınızdan geçen, o güzel, havalı sarışının sürdüğü cipe takıldınız. Daha büyük, daha lüks bir arabanın hayallerini kurmaya başladınız bile… Evde sevgiliniz bekliyor. Ama asansörden çıkarken bakıştığınız çocuk ne kadar da tatlıydı öyle. Acabaaa? Ve eve vardınız. Bu ev biraz küçük mü ne? Yeni yapılan bir sitede, Gamze’ninki gibi dubleks bir daire harika olurdu…

Bir dakika! Nereye doğru yol alıyorsunuz böyle? ‘Hep daha fazlasını iste’ diyen reklam sloganının peşinden mi gidiyorsunuz yoksa? Öyleyse biraz durun ve yakalandığınız virüsten kurtulmak için kolları sıvayın.

İyi de neden?

Günümüzde kim gerçek anlamda ‘mutluyum’ diyebiliyor? Hayatını tamam hissediyor? Tersine, elimizdekilerle yetinmeyip, hep bir şeyler eksik diyerek dolanıyoruz ortalıkta. Mutluluk, bu eksiklikler tamamlandığında gelecekmiş gibi hissediyoruz. Çevrenize bir bakın şimdi. Hatta çevrenizi bırakın, kendinize bir bakın. Ne oldu, nasıl oldu da sahip olduğunuz şeyler az gelmeye başladı? Uzmanlara göre, aslına bakarsanız hiçbir şey bir anda olmadı. Yavaş yavaş, küçük değişimlerle şu anda bulunduğumuz noktaya geldik. Bu konuda rol oynayan en önemli faktörler ise, ailelerin yetiştirme tarzı, toplumun zaman içinde gelişim açısından izlediği rol, beklentiler, medyanın ve teknolojinin etkisi olarak sıralanıyor. Tabii, günümüzde olanakların artmış olduğunu ve çeşit bolluğunu da göz ardı etmemek gerek. Bir ayakkabının sadece siyahı ve kahverengisi yok eskiden olduğu gibi. En az beş ayrı renk, onlarca da model seçeneği söz konusu. Hal böyle olunca, her seçeneğin muhakkak bir iyisi bulunuyor. Bu durum da, bize hep isteyecek bir şey yaratıyor. Uzman Psikolog Aylin Sezer; “Önceleri, başarı, birliktelik, bağlılık, saygı, sevgi gibi değerler bizim yaşamımıza anlam katarken, tüketim toplumlarının gelişmesiyle, anlamı maddiyatta aramaya başladık. Her şeyin parayla değerlendirilmeye başlanması, toplumdaki insanların da, değerleri para cinsinden algılamaya başlamasına sebep oldu. Para ve dolayısıyla sahip olunan maddi objeler, manevi bir huzur ve mutluluk getirmediği için de, bunların ne kadar çoğuna sahip olsak da, arzu ettiğimiz, ihtiyaç duyduğumuz mutluluğa ve huzura ulaşamıyoruz” diyor. Oliver James’in ‘Affluenza: How to Be Successful and Stay Sane’ adlı kitabı da Psk. Sezer’in söyledikleriyle paralellik gösteriyor. Kitap, özellikle kapitalist sistemin parayı bir mutsuzluk ve tatminsizlik unsuruna dönüştürdüğünü, bu nedenle mutluluğun materyal şeylerle ölçüldüğünü söyleyerek bir sistem eleştirisine döndürüyor durumu: Kapitalizm zihin sağlığı açısından kötüdür! Ve bu sözü edilen ‘bencil kapitalizm’, ciddi ciddi bir virüs gibi yayılıyor.
İnsanlar kendilerini ve başkalarını ne kadar para kazandıklarıyla ölçüyor. Toplumda eşitsizlik arttıkça, mutsuzluk da artıyor. Her sınıf, mutlu olmanın yolunun, bir üst sınıfa geçmek olduğunu düşünüyor ve bunun için de daha fazla paraya, mal varlığına, üne ve sosyal statüye ihtiyaç duyuyor.

Araştırmalar, gelişmekte olan ve gelişmiş ülkelerde, her şeye sahip olan insanların bir türlü tatmin olmadıklarını ve doyumsuz olduklarını gösteriyor. Yaşam kalitesi daha düşük olan gelişmemiş ülkelerde ise, memnuniyetin aslında daha fazla olduğu ortaya çıkıyor. Satın alma güçleri, yeni ürün ve teknolojilere erişilebilirlikleri düşük olan bu toplumların, mutluluğu ve huzuru manevi değerlerde buldukları görülüyor. Toplumu ayakta tutan bu manevi değerler olduğunda, yaşam kalitesi düşük de olsa, hayattan alınan zevk ve mutluluk daha yüksek oluyor.

Maddiyatın ve sahip olunan şeylerin değeri öne çıktıkça, bireyde manevi değerlerin önemi azalıyor. Manevi huzur ve mutluluktan uzaklaşmanın etkileri, kişide yarattığı duygusal çöküntünün yanında, belki de en çok kişisel ilişkilerde kendini gösteriyor. Ün, statü, yüksek gelir veya ev, araba gibi mal varlığına sahip olma hırsıyla, kişiler, ilişkilerinde saygı, sevgi, dürüstlük, sadakat gibi kavramları kenara itebiliyor…


Mutlu olmak için...

• Her zaman kendinizi geliştiren eleştiriler yapın.
• Eski yaşamınızdan dersler çıkarın.
• Gerçekçi beklentilerde bulunun.
• Bilgi, beklentiyi gerçeğe yaklaştırır ve yersiz beklentilerden kişiyi uzaklaştırır. Bilgilenin.
• Duygularınızı içinize atmayın, içinizi açın.
• Elinizdekinin kıymetini bilin.
• Çocuklarınıza kaliteli zaman ayırın.
• Eşinizle her türlü iletişiminiz açık olsun, paylaşın.
• Parolamız, sevgi, empati, vefa, güven, ilgi; yani sevgi! Sevin ve sevilin, sevdiğinizi sözel ve fiziksel olarak gösterin.Anadolu Sağlık Merkezi’nden Uzm. Psk. Aylin Sezer konuyu şöyle özetliyor: “Mutlu olmanın yolunun ev, araba, daha fazla kıyafet, daha fazla elektronik eşya; en yenisi, en güzeline sahip olmaktan geçtiğini düşünür hale geldik. Mutluluğun, huzur anlamı, sahip olduğumuz maddiyat oldu. Bu anlamı, satın aldığımız ve sahip olduğumuz nesnelerle yaratmaya veya onlarda bulmaya çalışmak, bizi iştahı kapanmaz tüketiciler haline getiriyor. Ne kadar çoğuna sahip olsak da tatmin olmuyoruz. Açlığımız, bir türlü dinmiyor. Maddeye duyulan ihtiyacımızı erteleyemediğimizde ve arzu edilene sahip olamadığımızda yaşadığınız hayal kırıklığını tolere edememek ise, duygusal çöküntülere neden olabiliyor.”

Maneviyata önem verenler daha mutlu
Böylece, Amerikalı ünlü psikanalist ve sosyolog Erich Fromm’un ‘Sahip Olmak ya da Olmak’ kitabında bahsettiği teze doğru ilerliyoruz. Var olmaktan öte, sahip olmanın önemli olduğu bir düzene geçmiş bulunuyoruz. ‘Diğer insanlar bizim hakkımızda ne düşünüyor?’ önemli olan bu, kendi duygularımızın, hissettiklerimizin ise pek de önemi yok! Geçmişte insanlar ihtiyaç olan şeyleri isterken, günümüzde statü sembolü olarak isteklerimizi belirliyoruz. Bir araba alarak, spor salonunda koşu bandında yürüyerek, bronzlaşarak, botoks yaptırarak mutlu olmaya çalışıyorsanız büyük ihtimalle mutsuz olacaksınız, kendinizi kötü hissedeceksiniz, çünkü bu gidişat daha da fazla istemenize neden olacak.