"Benim derdim samimiyet"

Ezel'den Suskunlar'a Sarp Akkaya...


Sen yalnız mı yaşıyorsun?
Evet ama kardeşimle eşi, alt katımda oturuyor. Yakın arkadaşlarım da aynı binadalar. Süper bir hayat. Bir apartman düşün, beş daire bizden.

Gerçekten de iyiymiş! Hayallerin neler, mesleğini nasıl sürdürmek istiyorsun…
Ben aslında hayalimi yaşıyorum. Oyun oynamak istedim hep. Oynuyorum.

Rolüne nasıl hazırlanıyorsun, nasıl çalışıyorsun?
Benim için çalışmak ayın karşısında çalışmak değil. Ben yürürken de çalışıyorum, sürekli bir şeyler düşünüyorum, okuyorum, izliyorum, gözlüyorum, insanı araştırıyorum. Esas olarak da kendimi araştırıyorum. Üç buçuk senedir terapiye gidiyorum. Gitme sebebim, kendimi daha iyi tanımak. Terapistimle sadece kendi hayatımı konuşuyorum. Ben biriciğim onun için ve bu kıymetli bir his.

Sana hiç biricik hissettiren bir kadın olmadı mı?
Oldu aslında. Annem de bu kadınlardan biri. Ama insan yalnızken de kendini biricik hissedebilmeli. Ben onu çok beceremiyorum. O yüzden böyle bir yardım alıyorum.

İçindeki seri katili mesela…
Tabii ya da aşığı! Ama içindeki aşığın, her filmde birbirine benzememesi gerekmiyor. O biraz da karşındakiyle ilgili. Gerçek hayatta da öyle değil mi? Biz de her aşkta farklı insanlar oluyoruz. Ama aşk bir tane…

Peki en başa dönelim. Hikayen nasıl başlıyor?
Memur bir babayla, ev hanımı bir annenin çocuğuyum. Üç kardeşiz. Ablam, konservatuara girdiğinde ben yedi yaşındayım, Kaya da. İkiz kardeşim var benim, adı Kaya. Ablamın dört senelik eğitimi boyunca, her sabah 7-11 arası, onun okuluna gittik. Ve biz de Kaya’yla oyun oynama işine tutkuyla bağlandık. Üç kardeş birlikte oynaya oynaya oyuncu olduk! Kaya da şu an ‘Uçurum’ dizisinde oynuyor.

En fazla öne çıkan sen mi oldun?
Yoo, üçümüz de farklı alanlarda öne çıktık. Esra, oyuncu idaresi ve oyuncu eğitmeni olarak daha ön planda mesela. Kaya da aslında eğitimi seviyor. Bense, birilerine bir şey öğretmeyi sevmiyorum. Zaten oyunculukta, klasik anlamdaki eğitime de pek inanmıyorum. Ben oyun oynamak istiyorum.

Konservatuar eğitimi için ne diyorsun?
Bence oyunculuğu bozuyor. Evet, Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro bölümü mezunuyum ama konservatuar eğitimine muhalifim. Orada öğrendiklerimin bir kısmını unutmak için çok çaba sarf ettim! Ama usta-çırak ilişkilerini ayırarak konuşuyorum. Çünkü Müşfik Kenter, Murat Karasu gibi ustalardan öğrendiklerim çok şey kattı bana. Ama akademik eğitim olarak, konservatuarlarda doğru eğitim verildiğini düşünmüyorum. Konservatuardaki en güzel anım, okul bittikten sonra mangal yakıp gizli gizli rakı içmek, oyun oynamak ve eğlenmekti! Onun dışında pek bir şey yok.

Bütün kardeşlerin aynı işi yapıyor olması tuhaf değil mi?
Yooo. Babama, “Ben oyuncu olmak istiyorum” dediğimde “Ablana bak, ben ne diyeyim!” demişti. Ablam, konservatuar mezunu bir oyuncu olmasına rağmen, ansiklopedi satıp harçlığını çıkarmaya çalışıyordu. Annem de babam da köstek olmadı. Ama “Zor bir yol seçiyorsun yine de karar senin” dediler.

Annenin mesleği?
Ev hanımı ama onun hikayesi ayrı bir röportaj konusu olabilir! Biz Kaya ile 11’ken ayrılmaya karar verdiler. Ve annem çalışmaya başladı. Dudullu’da Modoko diye bir mobilya sitesinde tezgahtar olarak. O kadar iyi bir satıcıydı ki, annem transfer ücretleriyle başka mağazalara transfer olmaya başladı. Benim için büyük bir kahramandır. Çünkü 45 yaşından sonra iş hayatına girdi ve ortalığı dağıttı, acayip başarılı oldu! Başarılı iş kadınlarından biri olarak televizyona bile çıktı. Şahanedir annem.

Boşandıktan sonra ilişkileri normal bir şekilde devam etti mi?
Ayrılığı iyi beceren bir çift onlar. Hala görüşürler. Bayram sabahları hala ailece yemek yeriz.

Bu tartışmalar bitmez! Apartmanla ilgilendim ama ben...
Ya evet böyle bir komün hayatımız var. Benim ‘tekke’ diye tabir ettiğim arkadaş grubu, 10-12 kişilik. Tuhaftır, içlerinde oyuncu yok. Bilgisayar mühendisi, tekstilci, moda tasarımcısı. Hepsi bin yıllık arkadaşım. Ben geçmişini bırakmak istemeyenlerdenim. Ablam da yan apartmanımda oturuyor.

Geceleri neler yapıyorsun?
Onlarlayım. Gece hayatım yok. Özel bir gece ya da davet olursa giderim. Onun dışında evdeyim. Zaten yoğunluktan çok az zamanım oluyor, onu da dinlenmeye ayırıyorum. Sokaklarda içki içmektense, arkadaşlarımla evde içmeyi tercih ederim.

Kadınlar ne ifade ediyor?
Eski bir yeni sevgilim var. 2007'de tanışmıştık. Şimdi sevgiliyiz. Oyuncu değil. Bambaşka bir sektörden. ‘Oyuncu olursa daha iyi anlaşırız’ bence bir klişe. Ben hayatımdan memnunum. Ama zor bir adamım. Titizim. Mükemmeliyetçiyim. Bu özellikler Türkiye’de iş yaparken insanı zorluyor.

Terapiye gittiğini insanlar genellikle bu kadar rahat söylemez…
Benim öyle dertlerim yok. Bundan rahatsız olanlar zaten terapiste değil yaşam koçuna gidiyor. Ben hoşlanmıyorum yaşam koçlarından!

Peki çekmeceleri açmaktan korkmuyor musun?
Korkuyordum başlarda. Şimdi onu da oyuna katıyorum. İnsanın kendi çekmecelerini açması, kendi hakkında daha çok şey öğrenmesi onu büyütüyor. Ama bazen de küçültüyor, çocuk haline getiriyor. Yüzleşmek her türlü, çok doğru bir hareket.

Seni tanımayan birine kendinle ilgili başka neler anlatırsın?
 Bilmem, ben ‘Perde kapanmaz!’ı yanlış bulan bir oyuncuyum. Benim canım oyun oynamak istemiyorsa oynamam. Allah korusun anneme babama bir şey olsa perde kapanmaz diye bir şeyi kabul etmem. Bırak o perdeyi kapamamayı, o perdeyi yıkarım. Tiyatroyu o kadar kutsallaştırmayı anlamıyorum. Biz oyun oynuyoruz. Öğretmenlik gibi kutsal bir yanımız da yok. Ben oyuncuyum, işini iyi yapmaya çalışan bir oyuncu. Ama kimseye örnek olmak istemiyorum. Böyle bir zorunluluğum, böyle bir meselem yok.

Gazetecilere düzgün görüneyim falan...
Mümkünse hiç görünmeyeyim! Denize girerken çektiklerinde, “Niye beni çekiyorsun?” diye soruyorum. “İşim bu” diyor. “Ama benden izinsiz yapıyorsun nasıl olur?” dediğimde, “Abi para için” diyor. “Ne demek para için” diyorum, “İki katı para versem birini öldürür müsün? Her şey parayla ilgili olamaz ki hayatta!”

Bundan sonraki hedef…
Söylüyorum, bu yolda devam etmek. Hayatımın sonuna kadar oyun oynamak. Bir de çocuğum olsun isterim. Çocuklara bayılıyorum. Resmen çocuğum olsun diye yaşıyorum. Çok şey öğreniyorum onlardan. Çocuklar çok gerçek. Oynadıklarını bile gerçek sanıyorlar. ‘Doktorum’, ‘hemşireyim’ diyor ve oluyor. ‘Kızılderiliyim’, ‘kovboyum’ diyor ve oluyor. Ben de tekrar oraya dönmek istiyorum.

Tüm dünyada Türk dizileri konuşuluyor. Sadece Ortadoğu’da değil, geçenlerde Kanada’da yaşayan bir Suriyeli sordu…
Evet böyle bir gerçek var. ‘Ezel’in yaratıcıları bu sistemi kurdu. Her şey, onların sayesinde oldu. Şunu da atlayamam Kenan İmirzalıoğlu, Barış Falay, Yiğit Özşener bu adamlar olmasaydı ve ben de onlarla oynamasaydım bu kadar parlamayabilirdim. Sahada, onların desteği gibi destek çok az gördüm. Bugün Murat Yıldırım'dan da görüyorum aynı desteği, Aslı Enver ve Murat Akpınar'dan da. Bu bir lüks. Oyun oynadığın insanlar seninle oynamak istiyorlarsa, büyük keyif alıyorsun. Ama beraber oynadığın adamın derdi oyun oynamak değilse… İşte o zaman problem!Senin için hayatının dönüm noktası Ezel miydi?
Evet. ‘Ezel’ senaryoları benim okuduğum en iyi senaryolardı. Benim için hayatımda eğitimimle ve oyunculuğumla ilgili üç kişi var, ailem dışında, Murat Karasu, Müşfik Kenter ve Kerem Deren.

Müşfik Kenter’den ne öğrendin?
İnsan olmayı öğrendim. Müşfik Hoca’yla olan ilişki usta- çırak ilişkisi. Konservatuarda o klasik ve eski eğitimin dışında eğitim veren tek kişi Müşfik Kenter’di. Müşfik Hoca’nın hayatı, yaşadıkları en büyük dersti.

İkiz olmak gerçekten anlatıldığı gibi mi?
Valla, ikiz olmayı kim anlatabilmiş bilmiyorum. Ben anlatamam. İkiz olmayan birinin anlayabileceğini de düşünemem. Haklıdır da anlatamamakta. İkiz olmak, abi kardeş, iki erkek kardeş olmak gibi bir şey değil. Düşünsenize doğduğunuz andan itibaren biriyle hep iletişim halindesiniz. Bu çok kıymetli. Benim insanlarla ilişki kurmamda bile çok etkili oldu.

İkizin senin için tam olarak ne ifade ediyor?
Benim bir uzvum gibi. Kolum gibi, burnum gibi ayağım gibi. Parçan. Süreç içinde ayrışmanız gerekiyor ama. O kriz bir dönem. Özellikle 16-17 yaşlarında ayrılmaya başlıyorsunuz. Başka arkadaşlarınız oluyor, o sorunlu bir dönem. Bazen bir sene sürebiliyor, bazen beş sene. Bizim de uzun sürmüştü o ayrılık anımız.

Oyunculukla ilgili temel bir eğitim veriliyor konservatuarlarda. Bu da fena bir şey olmasa gerek… “Verilmesi gerekiyor mu?” derseniz; evet. “Peki veriliyor mu?” derseniz; hayır!
Çünkü oradaki eğitimin biçimi eski. İnsan dönüşen bir varlık. O eğitimin de dönüşmesi, değişmesi, günümüze ayak uydurması gerekiyor. Oysa öyle değil, yıllardır aynı. O müfredat nuh nebiden kalma. O sistem artık eski. İngiltere’de Laurence Olivier diye bir oyuncuya, ‘sir’ ünvanı veriliyor. Şahane. İngiltere için çok önemli bir oyuncu. Ama şimdi onun Hamlet’ini izlediğimde, ben sıkılıyorum. Bugünün Hamlet’i, Laurence Olivier’in oynadığı değil, Kenneth Branagh’ın oynadığına daha yakın. Çünkü insan değişiyor, algı da değişiyor. Bu yüzden klasik eğitime karşıyım ve günümüze uygun olmadığını düşünüyorum. Bir de seni kısıtlıyor, formatlıyor. Mesela konservatuar eğitiminde ‘tonlama’ diye bir şey vardır. Hocalarımız bizi sahneye çıkarır. Derler ki, “Yanlış tonluyorsun!” Tonlama dedikleri şey vurgu aslında. Doğrusu yoktur ki onun! Doğrusu, nasıl hissediyorsan odur. Doğru hissediyorsan arkası gelir. Oyuncuya tonlama verilmez. İşte bu tür şeylere itirazım var…

Konservatuarda okurken de hep itiraz eden biri miydin?
Muhalif yanım hep vardı. O zamanlar Ahmet Cemal tiyatro tarihi hocamızdı. Benimle ilgili hep şunu söylerdi: Sarp deyince aklıma, “Kafam basmıyor” lafı gelir. Çünkü ben içimin almadığı bir şeyde hep, “Kafam basmıyor” derdim. Gerçi bu kadar ölüp bitiyorum oyunculuğa, birinci sınıfta bütünlemeye kaldım. Hayatımın en travmatik olaylarından biridir. Ama şimdi “İyi ki kalmışım!” diyorum.

O zamanlar da tıpkı bugün gibi fark edilen, parlak bir tip değil miydin?
Ben hiçbir zaman fark edilen bir tip olmadım. Yapımcıların fotoğraflara bakıp, “Tabii ki bu değil!” deyip geçtikleri adamlardanım. Dizi sektöründe, sesli çekime geçildikten sonra iş düştü bana. Çünkü daha önce yakışıklı adamlar seçiliyordu, ben de onları seslendiriyordum. Varlık sebebim buydu.

Bir anda giriverdi hayatımıza. Ve bir yıldız gibi parlayıverdi. Ama yıldızlar, parlarlar ve sonra sönerler ya, Sarp Akkaya öyle olmadı. Kutup yıldızı gibi çakılıp kaldı. Adı önce Ezel’in Tefo’suyla beynimize kazındı. Sonra da, ‘görüldüğü yerde izlenecek oyuncu’ kategorisine alındı. Oyunculuğu gibi değişik bir adam o. Her söylenene, her doğru diye belletilmek istenene, “Kafam basmıyor!” diyebiliyor. Soruyor, sorguluyor. Bayıldım çünkü sahici. ‘Miş’ gibi yapmıyor. Neyse o. Ve tek derdi var: Samimiyet. Gelin, birlikte biraz daha yakından tanıyalım bu genç, farklı, parlak ve ‘oyun’ aşığı oyuncuyu…

İnanılmaz inandırıcı, şaşırtıcı ve sürprizli bir oyunculuğun var. ‘Dann!’ diye kalakalıyor insan seni izleyince…
 Ne güzel bunları duymak. İşimi, büyük tutkuyla yapıyorum. Çünkü oyun oynamayı seviyorum. Artistlikle, oyun oynamayı birbirinden ayırıyorum. Benim derdim oyun oynamakla ilgili. Tıpkı çocuklar gibi.

Nasıl yani? Nasıl ayrılıyor artistikle oyun oynamak birbirinden…
Oyun oynamak, samimi bir şey. İnsan, doğduğundan beri, çocukluğundan beri oyun oynamayı seviyor ve oynuyor. Oysa artistlik, öğrenilmiş bir şeyleri tekrar etmek. En azından bana öyle geliyor. Samimi değil. Bense samimi olmaya çalışıyorum.

Ama sonuçta oynarken bir başkası oluyorsun. Samimiyet bunun neresinde?
Yooo aslında çok da başkası olmuyorsun. O da senin başka bir ruh halin. İçinden onu çıkarıyorsun.

Oysa sen de yakışıklısın…
Bana pek öyle gelmiyor. Ama bak samimiyim…

Bütünlemeye kaldın, sonra ne oldu?
Müşfik Hoca’ya sordum, “Ben neden kaldım? Hak ettim mi gerçekten?” O da bana, “Hak etmekle ilgili değil. Üç ay daha çalışmanı istiyorum, o kadar!” dedi.

Belki de tüm bunlar sana çok faydalı olmuştur…
Oldu. ‘Yanlış’ı gördüm! Bu eğitimin nasıl faydasız olduğunu gördüm. Benim en büyük şansıma gelince, konservatuar bittikten sonra Kerem Deren'le iki seneye yakın oyunculuk çalışmış olmam. Kerem Deren, ‘Ezel’in senaristi. Şimdi de ‘Uçurum’un. Çok iyi bir senarist ve oyuncu koçu olduğunu düşünüyorum. Onun sayesinde, kendim için neyin doğru neyin yanlış olduğunu bulabilir oldum.

Ama o bir oyuncu değil. Böyle bir formasyonu yok…
Bunun bir önemi yok ki. Barcelona’nın teknik direktörü de futbolcu değil. Ama futbolu biliyor. Kerem Deren de öyle. Oyunculuğu çok iyi biliyor. Bana resmen oyunculuğu öğretti.