"Her zaman marjinal değilim"

“Benim de bazen ‘Vay be bu Ayşe Arman da neymiş!’ dediğim oluyor. Benim kadar şehvetle röportaj yapan yok” diyor. “Bazen canımı sıkan insanların evlerinin penceresine gidip taş atmak ya da arabalarının lastiklerini indirmek istiyorum” diyor. “Tutturuğum, ‘hayır’ı kabul etmem” diyor. Anlayacağınız Ayşe Arman sadece ‘seks’ demiyor. Zaten bunu son zamanlardaki etkileyici röportajlarından da anlıyoruz. Bu kez onun iç dünyasına iniyoruz.


Gonca Vuslateri röportajından sonra konuştuğumuzda bana, ‘Benim meğer eşimle, çocuğumla ne düz, ne sıradan bir hayatım varmış’ dedin. Nasıl bir hayat sizinki peki?
Gonca 27 yaşında. Yaşının ötesinde bir entelektüel birikimi var. Derinliği var. Varoluşsal sorunları var. Ve tabii inişleri çıkışları… Benden 16 yaş genç, ona göre tabii ki daha stabil ve dengeli bir hayatım var. Ama ben de buraya kolay gelmedim. Bir sürü olmayacağı baştan belli aşk, tutku yaşadım, kimseleri iplemedim, savruldum durdum… Ama 20’ler öyle yaşlardır. Haliyle sıkı bir 20’lik dinleyince, “Allah’ım iyi ki 20’lerimde değilim!” dedim çünkü zor yaşlar. Bu anlamıyla tabii ki sıradan bir hayatım var. Ömer’le sarılıp battaniye altında film izlemeyi, bara gitmeye, gece çıkmaya tercih ederim. Hatta mümkünse hiç çıkmayayım…

Sen nereye kadar hayatımızı meşgul etmeyi, sansasyonel haberlerinle bizi etkilemeyi düşünüyorsun? Var mı gelecekle ilgili farklı planlar?
Kötü haber: 40’ımdan sonra proje kapakçıklarım açıldı. Bir sürü fikir geliyor aklıma. Daha yaratıcı oldum. Kitap projelerim var, sosyal sorumluluk projelerim var, sosyal medyayla ilgili planlarım var. Bu arada ‘Yarım Kalan Hayatlar’ım var, ona hep devam etmek istiyorum. Bir gün “Yetti beee!” dersem, gazeteyi bırakırım, ömür boyu köşe yazacak halim yok ama o zaman da yapacak bir şey bulurum. Şimdilik halimden memnunum. Beni atmadıklarına göre onlar da memnun.

Yazdın, gittin, röportajlar yaptın... Peki sen Gezi olaylarının neresindeydin?
Ben Gezi’nin gazetecilerinden biriydim. Farklı kesimden insanların sesi olmaya çalıştım. ‘Gezici’ gençler, gözünü kaybedenler, kafasına fişek yiyenler, bal almaya giderken gazdan etkilendiği için kalp krizinden ölenler, hastanelerde gönüllü olarak çalışan doktorlar, avukatlar, solcular, sağcılar, antikapitalist Müslümanlar. LGBT’ler, başörtülüler, polisler gibi pek çok insanla röportaj yaptım.

Gezi’de seni en çok ne etkiledi?

Her şey: Gezi gençlerinin masumiyeti, kendiliğindenliği, dil, din, ırk ayrımı göz etmemeleri, partiler üstü olması, o müthiş dayanışma, orada kurdukları o muhteşem dünya, mizah... Hepimize direnmeyi öğrettiler. Aslında bir sürü şey öğrettiler.

Bu yaz başımızdan sence tam olarak ne geçti?
Bu ülkenin geleceğine dair umut veren bir şey geçti. Tarih yazıldı o parkta…

Neden böyle bir kitap çıkarma ihtiyacı duydun?

Doğan Kitap teklif etti. “Yazılarınızı, röportajlarınızı kitap yapalım, tarihe bir belge olarak kalsın” dediklerinde ben de ‘hayır’ demedim. Hoşuma gitti. Ve işte kitap elimde.

Bu kitabı sence kimler okuyacak?
Gezi’den etkilenen herkesin ilgisini çekeceğini düşünüyorum.

Kızın Y kuşağı olsaydı, Gezi’ye katılsaydı, bu seni korkutur muydu, gurur mu duyardın?
Sen deli misin? Acayip gurur duyardım. Gitmemeyi tercih etseydi de, “Allah’ım biz nerede hata yaptık” derdim.

Bir de şu polislerle yaptığın ‘yalan haber’ mevzuu var. “Yalan Ayşe! Beceriksiz Ayşe!” dediler. Olayın aslını yazma şansın olsa da, sonuçta böyle haberler çıktığında ne hissediyorsun?
Onlar, polisin içinden insanlar ya da hükümeti destekleyen çeşitli gazeteler. Tabii ki öyle diyecekler. Neticede, benim konuştuklarım Gezi’de yapılanın ‘orantısız güç’ kullanmak
olduğunu söyleyen, polis teşkilatının hali hazırdaki halinden rahatsız olan, reform isteyen polisler. Onların hepsi hakkında başlatılmış soruşturma var. Onlar, “Bu kadar çok polisin intihar etmesi normal mi?” diye soran polisler… E tabii bu, polis teşkilatının hoşuna gitmiyor. Olayı, saptırmaya çalışıyorlar. Yalan haber ne demek ya! Adamı yaşatırlar mı bu piyasada? Uyduracak halim mi var? Adamlar anlattı, ben yazdım. Tabii du¨şmanlarım çok, hepsine cevap yetiştirmeye kalksan ooooo, başka iş yapamam...Röportaj: Filiz Şeref
Fotoğraf: Cem Talu
Styling: İrem Akalın
Saç: Yasin Yazıcı

Seven var, sevmeyen var, eleştiren var, bayılan var. Özetle durum şu ki, hayatımızda Ayşe Arman diye bir gerçek var. Peki söylesene, Ayşe Arman başka biri, sen başka birisin gibi hissettiğin oluyor mu? Kişilik bölünmesi söz konusu mu?

Damardan girdin! Kişilik bölünmesi değil de, durum şu: Bir Ayşe var o benim; biraz daha saf, hatta salak olan. Her yere, kafası kesik tavuk gibi yetişmeye çalışan. Yetersizlik duygularıyla boğuşan, sıradan bir kadın. Ormanda yaşıyor, çocuğu var, onun dersleriyle, dertleriyle uğraşıyor, veli toplantısına gidemediği için suçluluk duyuyor, kocası akşam ne yemek yiyecek diye düşünüyor, arada da işlerini yapıyor. Dikkatini çekerim, ‘arada’. Çünkü ben, sadece işten ibaret değilim, aynı zamanda ev kadınıyım, anneyim, sevgiliyim, bazen de metresim! Ama gazeteden beni tanıyanlar sadece yazılardan ve röportajlardan ibaret sanıyor. Onların tanıdıkları farklı bir kadın. Biraz da hayal güçleriyle besledikleri bir Ayşe Arman. O daha güvenli, daha cesur, daha çılgın, daha uçlarda. Haber için ateşte yürüdüm, bilmem nereden atladım, eksi bilmem kaçta suya daldım, seksi fotoğraflar çektirdim, travestilerle haber yaptım; jigololarla da, hayat kadınlarıyla da... Haliyle daha marjinal bir kadın hayal ediyorlar. Ama ben her zaman marjinal değilim…

Nasıl yani?

Ayşe Arman, benim sahne ismim gibi. İşim bitince sahneden iniyorum, domestik Ayşe oluyorum. Seneler evvel Nihat Odabaşı seksi pozlarımı çekmişti. Sonra ben eve döndüm, o
gece Alya hastalandı, üzerime kustu. Bir taraftan ateşini düşürmeye çalışıyorum, bir taraftan doktoru arıyorum. Tamam o fotoğrafları çekilen kadın da benim, ama öbürü de benim. İnsanlar, o kısmını bilmiyor. Seksiyim, ama kusmuklu bir seksi! Ya da şöyle şeyler oluyor: Bir pilates hocasıyla çalışmak istiyorum. Arıyorum, kendimi tanıtıyorum. Birdenbire, “En büyük hayalim Ayşe Arman’ı çalıştırmaktı!” diyor. Direkt, öteki Ayşe’ye bağlanıyor. Çünkü insanlar genellikle gazetede haber de olmak istiyor. Beni bir ‘yazı makinesi’ gibi görüyorlar. “Ayşe Arman yazı yazar, bu mekan uçar, röportaj yapar, bu kitap alır başını gider!” Oysa,alakası yok. Bir şey iyiyse, iyidir zaten. Gerçi bu anlattıklarım bütün gazetecilerin başına geliyordur,ama ben hayatın her alanıyla ilgili yazı yazdığım için benim başıma daha fazla geliyor. Zaman zaman kaçasım geliyor ama yine de halimden fevkalade memnunum. Benim de bazen “Vay be bu Ayşe Arman da neymiş!” dediğim oluyor.

Dubai’den dönüş sana yaradı diyebilir miyiz? Oradan dönünce sende neler değişti?
Artık ülkenin içindeyim, olayların kalbinde. Değerlendirmek bana düşmez ama bence daha iyi işlere imza attım. Gazeteciliğime yaradı. Ama burada da kendime, ormanda bir Dubai
yarattım. İş dışında, yine uzağım insanlardan, kalabalıklardan. Açılış, kokteyl mokteyl gitmem ben. Ortalıkta yokum. Yabaniyim. Aylarca kimseyi görmeden yaşayabilirim. İşimi yapıyorum, kızımın okul çıkışında evde olmaya çalışıyorum. Genelde de evde ağaçların içindeki odamda çalışıyorum. Yeni Zelanda’da olabilirdim…
Hala Ayşe Arman denince, ‘seks ve aşk yazar’ diye düşünenler var...
Benim hakkımda isteyen istediğini düşünebilir. Çoook uzun süre önce yapıcı olmayan eleştirilere kulaklarımı tıkadım. Aslolan emektir, çalışmaktır; ben de deli gibi çalışıyorum. Hakkımda konuşanlar ya tembel ya yeteneksiz. Ya da çok vakitleri var. Benim yok. Boş ver onları. O kadar çok röportaj yaptım ki, çözdüğüm kasetler dünyayı birkaç kere dolaşır. Ben bundan gurur duyuyorum, ben buna bakıyorum. Manyak derecesinde detaycıyım, bazı işler iyi çıkıyorsa, bu yüzdendir. Ve hala işimden çok heyecan duyuyorum. Bu beni de şaşırtıyor ama öyle, hala kuş kondurmaya uğraşıyorum. Yaratıcı fikirler, konular için canımı veririm.

Pek çok Ayşe Arman olmaya çalışan oldu ama hala bir tane daha yok. Var mı senin ışık gördüğün gazeteci, köşe yazarı?
Sen de beni iyice havaya soktun! Abartma! Neticede Christian Amanpour değiliz. Türkiye’de yaşıyoruz. Hasbelkader tutkuyla yaptığım bir işi bulmuş, ona yapışmış, şanslı insanlardan biriyim. Keyif aldığım işi yapıyorum. Ama benim gibi işini iyi yapmaya çalışan bir sürü insan var. Birinin adını verip, öbürünü unutursam ayıp olur. Ama galiba benim kadar şehvetle röportaj yapan yok!

Seni özel bir kadın yapan listenin en başında sence ne var?
Tutku. Sonra tutturuk olmam. Asla ‘hayır’ı kabul etmemem. Her şeyi sonuna kadar zorluyor olmam, ittiriyor olmam. Hele işimi yaparken. Baş belasıyım ben, çekilmezim, hatta iğrenç. En sinir olduğum da işi istediğim gibi yapmama engel olanlar. Her hafta yer için kavga ediyorum; iyi fotoğrafçılar çeksin istiyorum, her zaman olmuyor, prodüksiyon yapamıyoruz falan filan. Ben evden elbise taşırım, dekor olabilecek şeyler getiririm; her şey iş biraz daha iyi olsun diye. Ama o kadar çok abuk sabuk şeyle uğraşmak gerekiyor ki… Gerçi sonuna kadar kavga ediyorum, hiç kız gibi değilim yani, erkek çocuk gibiyim. Bazen canımı sıkan insanların evlerinin penceresine gidip taş atmak istiyorum ya da arabalarının lastiklerini indirmek…

Ben içimi acıtan röportajlarını okumaktan biraz yoruldum. “Okumasam daha iyi!” diyorum. Sen, bu yaptığın haberlerin ne kadarında perişan oluyor ya da hissizleşip, “Vay be iyi haber yakaladım!” diyebiliyorsun?
Valla, hepsinde senin gibi ağlıyorum. İçim dışıma çıkıyor, içim parçalanıyor. Alışmıyorsun da… Bileniyorsun, öfkeleniyorsun. Ama bir şekilde devam etme gücü de buluyorsun. Ben koyveriyorum kendimi, bana o acıları anlatan kişiyle birlikte hüngür hüngür ağlıyorum.

Peki bu haberlerin etkisinden nasıl kurtuluyorsun?
Eve gelip Ömer’e anlatıyorum, sarılıyorum, o da ‘Gel benim sapık sevgilim’ diyor saçlarımı okşuyor, anneme anlatıyorum, kayınvalideme anlatıyorum. Benim için o aralar yaptığım haber, röportaj dünyadaki en önemli şey. Yemin ederim New York Times’cılara bile satarım gibi geliyor haberimi, o kadar kendimi kaptırıyorum, o kadar inanıyorum. Gözyaşlarıyla yazıyorum. Zaten milletin ağladığı yazılar, benim de ağladığım yazılar oluyor, duygular geçiyor…
Senin hayatın gazetecilik mi? Hayatının dinamikleri epey fazla ama sonuçta hepsi habere konu olmaktan kurtulamıyor. Her şeye, haber gözüyle bakmak yorucu değil mi?
Yok ya, öyle değil. Ben bir sürü sırrı olan bir insanım tahmin edilenin aksine. Her şeyi de yazmıyorum. Ama işte herkes, hakkımda her şeyi bildiğini sanıyor, ne gu¨zel öyle sansınlar! Orada burada karşılaşıp, “Ayşeciğim, senin bütün hayatını biliyoruz” diyenleri u¨zmek, kırmak istemiyorum, gülümsüyorum.

Aynı gün iki röportaj var: Obama ve Gerard Butler. Hangisine gideceksin?
Gerçeği mi söyleyeyim? Gerard’ı bir şekilde önce Obama’yla röportaj yapmam gerektiğine, bunun gazetedekiler için çok önemli olduğuna ikna ederim, ama aslında bir halt bilmediklerini önemli olanın kendisiyle röportaj olduğunu söylerim. “N’olur bekle beni” derim, “geleceğim ve seninle hayat boyu yapılmış en güzel röportajı yapacağım!” derim. Yaparım da…

Şu anda en çok kime ne sormak istiyorsun?
Hımm’a… Tavşanımız dün öldü. Altı yıldır bizimleydi. O kadar üzüldüm ki anlatamam. Üç buçuk ay önce ölümcül bir hastalığa yakalanmıştı. Yine de yaşattık onu sevgimizle. Ağızdan antibiyotikler, vitaminler, aklına ne gelirse verdik. Ama bu kadar dayanabildi. İnsan gibi bir şeydi o, evin içinde de özgürdü. Dün baktık artık kolları, bacakları da tutmuyor, solunum bozuldu ve gidiverdi. Gözümüzün önünde… Ona sormak isterdim, ‘seni ne kadar sevdiğimizi biliyor musun, bizim için ne kadar önemli olduğunu, seni ne kadar özlediğimizi...’ Ölü bedeni dünyalar güzeliydi, önce mis gibi sildik, tüylerini taradık, sonra en sevdiğim beyaz tişörtüme sardım, kefeni benden bir şey olsun diye... Alya mektuplar yazdı, oyuncaklar koydu minik tabutuna. Üstüne Alya’nın yazdığı bir mektubu yapıştırdık, kırmızı harfler kestik, seni sonsuza kadar seveceğiz yazdık. Tabutu bir doğum günü hediye kutusu gibiydi. Çocuğumdu sanki... En fazla bu meseleyle ilgili soru var kafamda. Hala düşününce kalbim sıkışıyor.

Twitter’ı, Instagram’ı geç keşfettin ama çıkmaz oldun. Sen de FOMO hastalığına yakalandın mı? Haberleri, gelişmeleri kaçıracağım korkusu… Sabah kalkar kalkmaz neler olmuş bakmak vs...
Alya’nın ablası Yaso (Yasemin Dormen) beni Twitter’a soktu. Önce bir direndim, sonra baktım ki haklı. Mesela Gezi’de, Twitter’ı takip etmesem, mümkün değildi olanı biteni anlamam. İyi ki dinlemişim Yaso’yu. Aynı şekilde Instagram’a girmem de onun sayesindedir. Yaptığım işleri koyuyorum, bazen özel sohbetlere dalıyorum, çok eğleniyorum.

En son hangi haberin çıkmadan bir gece önce uyuyamadın?

Her haberim çıkmadan heyecanlanırım. Gece dörtte internete girer bakarım. Zaten işler dörtten önce bitmiyor! Bir de ben yazısını yollayıp, ilişiğini kesebilenlerden değilim; sayfayı görürüm, okurum, sayfa sekreterlerinin de baş belasıyım, karışırım, başlığı değiştirsek, şu fotoğrafı koysak daha mı güzel olur derim… Gerçekten zor benimle çalışmak. Kopamam sayfadan. Ama gazetecilik zaten ruh hastalarının yapabileceği bir meslek. Ben de öyleyim.

Bu dünyadan göçtüğünde arkandan ne densin istiyorsun? İyi bir anne, başarılı bir gazeteci, çok güzel kadındı ya… ‘Hepsi’ olmaz.
İyi insandı… Başarı maşarı hikaye.

Hayatının nasıl bir dönemindesin?

Bence şahane bir döneminde: Farkındalık dönemi. Gerçekten de 40’tan sonra kafam farklı çalışmaya başladı. Kendimi şimdi daha çok seviyorum. En çok da Ömer’le kurduğumuz aileyi seviyorum, en çok bundan gurur duyuyorum. Her şeyden önemli benim için.

Dört yıl önce yaptığımız röportajda, ‘Eşim beni salak ve saf buluyor’ demiştin. Hala geçerli mi bu durum?

Hımm bu son üç ayda kendini temizleyemeyecek hale gelmişti, bir gün Ömer, ben onu temizlerken yanımdaydı. Kaka bulaşmış her yerini temizliyordum hiç iğrenmeden. Bunu gören
kocam çok duygulandı, “Sen tavşanına bile böyle bakıyorsan, kim bilir bana nasıl bakarsın! Benim merhametli karım!” dedi. Valla bu, şehvetli karım demesinden daha önemli. Tabii ki, şehvet de önemli ama merhamet daha önemli. İnsan büyüdükçe, vicdan, merhamet gibi kavramlar daha bir önem kazanıyor. Çocuğumun da mesela merhametli olması, zeki olmasından daha önemli…