Linç kültür: Dijital çağın kısa karanlığı
‘Beni linçleyecekler ama…’ cümlesi nasıl ve ne zaman sıradanlaştı? Dijital çağda ifade özgürlüğünü merkeze alıyoruz ve linç kültürünün kitle psikolojisi ve narsisizm gölgesinde nasıl şekillendiğine dair birlikte düşünüyoruz.
YAZI: DR. HASAN KERİM GÜÇ
Sözlük “linç”i, bir topluluğun, kendi adaletini kendi eliyle ve yargısız biçimde uygulaması olarak tanımlar. Bu tek cümlede iki keskin tehdit iç içedir: muhakemenin askıya alınması ve yok edici eylemin meşrulaştırılması. Ne var ki bugün bu çıplak şiddet, “kültür” sözcüğüyle yan yana anılır hâle geldi. Bu bile başlı başına alarmdır: İletişimin, bilginin, teknolojinin ve hatta yapay zekânın hüküm sürdüğü bir çağda, nasıl olur da linç gibi sığ ve yıkıcı bir davranış kalıbı kültürün zeminine sızar?
Artık kitlesel iletişimin aktığı her mecrada linç ihtimali, görünmeyen ama hissedilen bir basınç gibi üzerimizdedir. Bir televizyon programında, söze “Şimdi bunu söylediğim için beni linçleyecekler ama…” diye başlayan konuk, iki yoldan birini seçmek zorunda kalır: ya düşüncesini riske atarak dile getirir ya da rahatını korumak için susar. Aynı eşikte sık sık biz de dururuz. Sosyal medyada ise tablo daha çarpıcıdır: Dün yazdığı bir cümleyi bugün bambaşka bağlama taşıyan, bir anlık ifadeyi bütün bir kişiliğe teşmil eden yargısız infazlar, özellikle genç kullanıcıların dönüşebilir fikirlerini bile katı bir hükme çevirebilir.
Peki nasıl buraya sürüklendik? İfade ve irade özgürlüğüne inandığımızı söylerken, neden tartışmanın kalbinde saygıyı yitiriyoruz? Linç dilinin damarlarında en çok aşağılamayı, küçümsemeyi, hakareti görürüz. Saygı çekilince, iletişim masası devrilir; fikirle fikir değil, üstünlük hırsı ile gurur çarpışır. Müsamahayı, müzakereyi, niyete iyi ihtimali koyan kültürün yerini, öfkeyi deşarj eden kolay ve kaba sloganlar alır. Bu çöküşün derinlerinde çağın salgını sayılan narsisizmin nabzı atar.
Narsisizme gelmeden, kitle psikolojisinin kapısından geçelim. İnsan tek başınayken sakınacağı pek çok davranışı, kalabalığın anonimliği içinde kolayca sergileyebilir. Anonimlik sorumluluğu buharlaştırır; duygular bulaşıcı hâle gelir; rasyonalite, alkışın ya da yuhalamanın ritmine uyar. Sosyal medya bu açıdan biçilmiş kaftandır: müstear isimler, sahte profiller, hızla örgütlenen kalabalıklar… Kitle kültürü ise beğeniyi standartlaştırır; parlak vitrinler kurar: “mükemmel hayat”, “kusursuz beden”, “asla yanılmayan görüş”. Bu imgeler sağlam zemine basmadığında, bir illüzyon üreten fabrikaya dönüşür ve bireyin değer algısını dışarıya bağlar. Derken sahneye kolektif narsisizm çıkar: Toplum bütünüyle aynaya bakar; onay, trend ve görünürlük, varoluşun para birimine çevrilir. Birey artık yalnızca kendi aynasına değil, kitlelerin kocaman, çarpıtıcı aynasına bakarak kendini tartar.
Bu iklimde empati solar. Yüz yüze konuşmanın fren mekanizması devreden çıktığında, düşüncesiz yorumlarla, bağlamından koparılmış kesitlerle, bir paragrafla bir hayatın hükmü verilir. Narsisistik yarılma büyüdükçe, kendi değer yargısını mutlak hakikat sanan zihin, farklı olana tahammülü kaybeder; uymayana öfkelenir; hakareti ve dışlamayı “toplumsal görev” kılığına sokar. Kimi zaman bu sertlik, kıskançlığın, yetersizlik hissinin ya da incinmiş gururun maskesidir: Linç eden kalabalık, hedefindeki kişide aslında kendi çatlağının yankısını kovalar.
Güncel örnek manzaraları
- Eski paylaşımların dolaşıma sokulması: Yıllar önceki bir cümle, bağlamından koparılarak güncel bir polemiğin ortasına atılıyor; açıklama fırsatı verilmeden “karakter hükmü” çıkarılıyor.
- Kısa kesitle hüküm verme: Uzun bir konuşmadan birkaç saniyelik video kırpılıyor; nüanslar siliniyor, bir etiketi binlerce hesap aynı anda tekrar ederek hükmü kesinleştiriyor.
- Kampanya iptalleri ve geri adımlar: Bir markanın görselindeki tek bir detay, boykot çağrılarını tetikliyor; saatler içinde iş birlikleri iptal ediliyor, özür metinleri kalıplaşmış cümlelerle yayılıyor.
- Akademik/sanatsal sansür baskısı: Bir konuşmacının düşünceleri birkaç alıntıyla “damgalanıyor”; etkinlik iptal ediliyor, tartışma zemini kapatılıyor.
- Hızlı yargı, geç gelen düzeltme: Bir kişiye yöneltilen iddia, doğrulanmadan “gerçek” muamelesi görüyor; günler sonra gelen tekzipse ilk kadar görünür olmuyor.
Bütün bu tabloda kilit sorumuz şu: Nasıl yavaşlarız? Çünkü linç, hızın ideolojisidir; düşüncenin düşmanı acele, gölgenin kuyumcusu kesitlerdir. Yavaşlamak; niyeti, bağlamı, düzeltme hakkını önemsemek; incelikli ayrımı kaba hükme tercih etmek, hem bireysel hem de toplumsal bağışıklığımızı güçlendirir.
Ne yapabiliriz?
- Niyet okuma yerine açıklama istemek: “Bunu böyle mi demek istediniz?” sorusu, pek çok infazı iptale çevirebilir.
- Kaynak ve bağlam kontrolü: Kısa videoları, ekran görüntülerini, tek cümle alıntıları asıl kaynağıyla karşılaştırmak; doğrulamadan paylaşmamak.
- Dijital öz-disiplin: Anonimliğin sorumluluğu yok etmesine izin vermemek; “paylaşmadan önce bir gece bekleme” kuralını denemek.
- Empati ve ölçek duygusu: Bir cümlenin arkasında bir insan, bir hatanın arkasında bir hikâye olduğunu unutmamak.
- Kurumsal dayanıklılık: Medya, markalar, üniversiteler ve kültür kurumlarının “ilk fırtınada iptal” refleksi yerine şeffaf inceleme, dengeli iletişim ve ilke bazlı karar süreçleri işletmesi.
Son söz
Linç kültürü, narsisizmin kılcal damarlarında dolaşan, kitle psikolojisinin hızına bağlanan kısa bir karanlıktır. Uzun bir aydınlığa ihtiyaç var: saygı, sabır, müzakere, iyi niyet. Eğer konuşmanın zemini korunursa, fikir ile fikrin kavgası verimli olur; kişi ile kişiye saldırı değil. Yoksa bir gün, başkası için inşa ettiğimiz darağacının gölgesi, kendi eşiğimize de düşer.
Not: Narsisizmin mitolojik kökenine ilgi duyanlar için “Yolda Bir Kuşa Rastladım” kitabındaki “Pelikanın Hikâyesi” bölümü, temanın doğuşunu sembolik bir anlatıyla izah eder; bugünün dijital aynalarıyla eski mitlerin şaşırtıcı akrabalığını düşündürür.