Milli sendromumuz!

“El alem ne der?”

Feyza Bayraktar

Feyza Bayraktar


Milli sendromumuz!

Ülkemde mutlu olmanın belli kuralları vardır. Daha doğrusu birçok kişi bu kuralların varlığına inanır. Tüm bu kurallara uyan kişi güya sonsuz mutluluğa kavuşacaktır. Kuralların temeli ise çevre tarafından takdir görmeye dayalıdır. “El alem ne der” düşüncesine göre çevreye “olması gerektiği” gibi bir hayat göstermek kişiyi zaten mutlu etmeye yeterlidir. Maalesef, canım ülkemde birçok kişi bu yaklaşıma göre yetişiyor, yaşıyor ve çevreden özgürleşip hayatlarını değiştiremiyor. Özellikle, kişinin çevre tarafından onaylanan bir yaşam tarzı varsa bunu bırakıp yeni bir yaşam tarzı kurma, düşünce boyutunda bile kaygı ataklarına sebep olabiliyor. O nedenle, çevrenin onayladığı, alkışladığı ama kişinin kendi içinde mutsuzluktan kıvranarak “kan kusarım ama kızılcık şerbeti içerim” dediği yaşamlar ortaya çıkıyor.
Aslında bunun en büyük sebebi çocukluğumuzdan beri karşılaştırıldığımız komşu çocuğu travmasıdır. Birçok ebeveyn çocuklarını dünyaya getirdikten sonra onların sıradan mutlu insanlar olmalarını hedeflemektense, kendi çocuklarından çevrelerindeki ebeveynlerin çocuklarından akademik başarısı daha yüksek, daha sosyal, daha çok yeteneği olan, daha saygılı gibi özelliklerde üstünlük göstermesini beklerler. Her ne kadar bu beklentinin çocuklarının ileriki hayatlarında mutlu olmaları için gerekli koşullar olduğuna inandırsalar da kendilerini, çocukları da onlar için “el âlem ne der” düşüncesinin projelerinden bir tanesidir. “Ayşe Hanım'ın çocuğu matematikten 100 almış”, “Zeliha Hanım'ın kızı yüzmede madalya almış”, “Mehmet Bey’in oğlu çok saygılı” gibi örneklerle daha çocukluk döneminde insanın içine yetersizlik duygusunu, çevre tarafından onaylanma isteğini ve mutlu olmanın yolunun toplumun belirlediği kuralları uygulamak olduğunu yerleştiriverirler. Ebeveynler, tabii ki bunu bile isteye yapmazlar. Kendi ebeveynlerinden de öğrendikleri budur. Mutlu olmanın yolunun bu olduğunu sanırlar; hem kendileri için hem de çocukları için…
Sonra ergenlik dönemi gelir ve kişiliğini bulmaya çalışan, duygusal fırtınalar yaşayan ergen kişi arkadaş çevresi tarafından yeterlilik sınavına tabii tutulur. Eğer kız ise, beğenilmek için popüler kültürün dayattığı güzellik kriterlerine uymak zorundadır. Zayıf olmalıdır. Yarı aç gezerken yeme bozuklukları ve beden imajı bozuklukları sınırında bir ergenlik dönemi geçirir. Erkek olan ergen ise erkeksi özelliklerini öne çıkartmak zorundadır; kaslı olmalı, uzun boylu olmalı ve akranlarından daha önce sakal tıraşına başlamalıdır. Spor salonunda ağırlıkların altında çevre tarafından kabul görme arzusu ile ter dökerek geçirir o yılları. Tabii kız erkek fark etmez okul başarısı ve sosyallik önemlidir. İyi bir üniversiteye girmeli, sosyal olmalı ve her şeyi bir arada yapmaya çalışırken sinir krizi geçirmeden sakin tutumunu korumalıdır.
Üniversiteyi bitirdikten sonra iyi maaş veren ve kariyer basamaklarını tırmanabileceği bir iş bulmalıdır. O sıra arkadaşları eğer kendisine göre daha iyi şartları olan bir iş bulduysa hemen kendi yeterliliğini sorgular, kendisini değersiz ilan eder. Bu karşılaştırma sonucunda belki de ömrü boyunca başarısız ve mutsuz olacağı duygusu ile yaşadığı anları kaçırır.
Erkekler için iyi bir iş, maaş, ev, araba ve kadınların beğenisi olmazsa olmaz onaylama kriterleri iken; kadın için, 30 yaşına gelmeden evlenmek, kadına statü kazandıracak olan en belirgin onaylanma kriteridir.  Birçok kadın, 30’una gelmeden panik halde kendisine uygun olup olmadığını sorgulamadan evlenme amacı ile bir eş bulma telaşına düşüp belki de ömür boyu sürecek mutsuz bir evliliğe alelacele adım atarlar. Erkekler ise bu konuda biraz daha rahat olsalar da mutsuz oldukları işlerde sadece çevre onayladığı için senelerce çalışırlar. Evlenip çocuk bakmak için kariyerini yarım bırakıp evde daralan, eğitimlerini sorgulayan kadınlarla, büyük baskı altında, terfi almayı beklerken, çocuklarını bile görmeye vakitleri olmayan erkekler çevre tarafından onaylanmanın rahatlığı içinde olsalar bile mutsuz iş ve/veya evlilikler içinde hayatlarını sürdürmeye çalışırlar. Çiftler tüm mutsuzluklarına rağmen sosyal medyada ne kadar mutlu olduklarını çevreye kanıtlamak ister gibi durmadan ailece yaptıkları tatilleri, aktiviteleri abartılı fotoğraflarla ve yorumlarla paylaşırlar. Önemli olan ne hissettikleri değil kaç beğeni aldıklarıdır.
An gelir, dank eder kişiye; sadece bir hayat olduğu ve o hayatta kendine ait kaç mutlu anı olduğunu düşünür. Kendisinde hareket edecek cesareti bulursa değişir. O ana kadar, çevre tarafından onaylanma oranı doğrultusunda kendisine biçtiği değeri ve bunun mutluluğa açılan kapı olduğu inancını bir tarafa bırakır. Mutlu olmak için kendi varlığınla istediği hayatı yaşaması gerektiğini fark eder. Yalnız, farkındalık her zaman değişimi getirmez. Değişim cesaret ister. Belirsiz bir yaşama adım atarken kişinin konfor alanını değiştirmeyi göze alması gerekir. Değiştirmesi gereken bazen işi, bazen ilişkileri, bazense sahip olduklarına bakış açısı olur. Cesareti varsa, kendi istediği gibi bir hayat yaşar, belki onaylanmaz; ama mutlu olma ihtimaline adım atar. O adımı attığı an aslında kendisine değer verdiği andır. Cesareti yoksa, değişimin mutlu olma ihtimalini getireceğini bilse dahi hareket edemez. Onaylanma ihtiyacını bir kenara bırakamaz ve çevrenin yaşam tarzına biçtiği değer ile kendi istediği hayatı yaşayamamanın hissettirdiği değersizlik, mutsuzluk duygusu arasında gidip gelir. Var olan tek ömrünün zihninde bu ikilemler, hareketsiz avuçlarının içinden kayıp gitmesini izler.
Hepinize, çevre baskısından bağımsız, kendi değerinizin farkına varabileceğiniz, mutlu olabileceğiniz şekilde yaşayabilme cesareti gösterebileceğiniz bir ömür diliyorum..