Bütün bu görüntüler mutlu olmaya yeter mi?

Artık herkes daha güzel, daha zengin, daha gösterişli olmak istiyor...

Kürşat Başar

Kürşat Başar


Bütün bu görüntüler mutlu olmaya yeter mi?

60’lı yıllardan sonra uzun zaman, kadın erkek eşitliği, kadının bir meta olmaktan çıkartılması, bize dayatılan ‘güzellik ve estetik’ formları tartışılmıştı. Aradan geçen yaklaşık 50 yılda nasıl olup da yeniden geriye döndük acaba? Televizyonlarda, gazetelerde, dergilerde, reklamlarda aklınıza gelecek her yerde güzelleşmek, incelmek, daha şık olabilmek üzerine dersler var. Artık herkes daha güzel, daha zengin, daha gösterişli, daha ünlü olmak istiyor. Sosyal medyayla birlikte bu istek daha da artmış durumda. Deniz kıyısında yenen yemeklerin fotoğrafları, yeni alınmış topuklu ayakkabıların fotoğrafl arı, yeni bikinilerle çekilen fotoğraflar...

Botokslar, estetik ameliyatlar artık sıradanlaşmış durumda. Estetik ameliyatlarda yaş düşmüş ama belli bir yaşın üzerinde zaten artık saç boyatmak gibi alışılmış bir durum...
Diyet programları, spor tavsiyeleri hep aslında güzellik üzerine kurulu.

Her kesimde, her yerde bir şıklık yarışı, bir gösteriş deliliği sürüp gidiyor. İster gerçek markalara yatırılan inanılmaz paralar ister taklitleri veya benzerleri olsun fark etmiyor.
Eskiden, ‘yediğin, içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat’ denirdi seyahate gidenlere... Şimdi kimse müzede gördüğü yeni sergiyi ya da izlediği yeni oyunu anlatmıyor, aksine
yediklerini, içtiklerini fotoğraflı olarak bildiriyor bütün dünyaya... Sahip olduklarımızı ne kadar çok gösterebiliriz diye adeta yarışıyoruz...

Aslında hepimiz sürekli olarak kendimizden başka bir şeylere yatırım yapıyoruz. Satın alınan ama aslında hayatımıza fazla bir şey katmayan şeylere...
Hayatımıza belki yalnızca biraz renk katması gereken şeyler neredeyse hayatımızı belirlemeye başlamış durumda.

Kendi gerçek kimliğimize, hayat tarzımıza, isteklerimize, hayallerimize değil de başkalarının oluşturduğu bir görsel tasarım dünyasına göre hareket ediyoruz. Daha çok kazanmak istememizin nedeni, çılgınca hayallerimizi gerçekleştirmek değil. Tam tersine gayet sıradan şeylerin peşinden gidebilmek...

Zengin olan futbolcu, yoksul çocuklar için bir spor okulu açmayı düşünmüyor, daha pahalı bir araba alıp daha gösterişli giysilerle ortalıkta gezmek istiyor örneğin. Ünlü genç oyuncu büyük paralar kazandığı zaman, bir amatör tiyatro kurmayı düşünmüyor da yurt dışında bilmem nerede aldığı evin yeni dekorasyonuyla fotoğraflar çektirip röportajlar veriyor. Sosyal programları da bıraktım, zengin olunca 'en çılgın hayalimi gerçekleştirip uçuş dersleri alacağım’ ya da ‘yeni icatlar yapmak için bir laboratuvar kuracağım’ diyen de yok tabii... Bunca yıl çalıştım şimdi artık param var, okuyamadığım kitaplarla, dinleyemediğim müziklerle, her zaman hayalini kurduğum hobilerimle kendime zaman ayırmak istiyorum’ diyen bile çok az...

Daha lüks evler, daha güzel arabalar, daha pahalı giysiler, daha marka çantalar, ayakkabılar almak sanki hayatın tek hedefi haline gelmiş... Üstelik büyük bir korku var. Sahip olunan ve daha çok istenen şeylerden yoksun kalma, kaybetme korkusu...

Böyle bir korku olunca da kimse koltuğundan, makamından, sahip olduklarından vazgeçemiyor adeta onlara yapışıp kalıyor. Ama yazık ki spor salonlarında saatlerce yürüyerek,
çantalar, ayakkabılar alarak, estetik ameliyatlarla kendimizden başka birine benzemeye çalışarak mutlu olunmuyor.

Evimizde yıllar boyu bizimle yaşayacak olan eşyalardan arabamıza, cep telefonundan ayakkabılarımıza, saç stilinden seyahate kadar her şey böyle değil mi? Bana mı öyle geliyor yoksa inanılmaz bir ‘aynılaşma dönemi’ne mi girdik? Sanki bundan 20 yıl önce çevremizde çok daha farklı insanlar vardı. Güneş batarken güzelim bir doğanın içinde gümbür
gümbür ‘moda’ şarkılar çalarken ‘beach club’ın ‘happy hour’unda bikiniler ve pareolarla dolaşan 20 yaşındaki kızla ondan en az 25 yaş büyük annesi hemen hemen aynı görünüyor uzaktan. O sıcakta yapılmış makyajlar, saçlar ve hatta ayaklara takılan altın halhallar bile aynı. Aslında anneyle kızın aynı mekanda aynı müzikle içkilerini yudumlayıp dans etmesi bile garip geliyor bana... Eskiden hangi 18 yaşındaki kız, annesinin aldığı çantanın aynısını takıp dolaşırdı sokakta? Kim anne-babasıyla aynı dizileri, filmleri izleyip aynı şarkıları dinlerdi?
Hatta kim annesinin bile karşı çıkacağı klasik evlilik söylemleriyle sevgilisinin başının etini yerdi o yaşta? Hayatı farklılaştıracak olan yaşlardaki gençlerin bu denli düzenle uyum içinde olması ürkütücü değil mi? Oysa her insan, her kim olursa olsun, hayata kendince bir farklılık katabilecek potansiyele sahip. Bir kitabımda, ‘en büyük zenginliğimiz üstümüzde
taşıyabildiklerimizdir’ yazmıştım. Yani içimizde, aklımızda, ruhumuzda...