Çatır çutur kadın

Yüklerin hepsini ver. Komaz bana. İtinayla taşırım.

Yonca Tokbaş

Yonca Tokbaş


Çatır çutur kadın

Yorulmak nedir bilmem. Yorulsam da kendime yediremem. Hatta yoruldum diye utandığım olur.
Dinleneyim desem, sanırsın suç işliyorum. O derece huzursuzum dinlenirken.
Hiçbir şey yapmadan durmak diye bir kavramım yok. Bilmiyorum öyle bir şeyi.
Bir kere doktorun biri bana “Bu hafta sonu hiçbir şey yapmamayı dene” dedi.
“Mesela ne gibi? Kitap mı okuyayım, televizyon mu izleyeyim, dolaşmaya mı çıkayım, bahçeyle mi uğraşayım?” diye 10 tane yapılacak şey saydım.
Arada bir koltukta uyuyakalıyorum. Kalkışımı görmek lazım. Sanırsın adam öldürdüm. Veya dünyanın sonu geldi. Nasıl sinirleniyorum kendime!
Ne o? Uyuyakalmışım bir saatçik.
Sürekli hiçbir şey yapmamış bir ‘ev kadını’ gibi hissediyorum gibi bir cümle var beynimde ve bu cümleden feci utanıyorum.
Ayıp be Yonca!
Ev kadınlığını mı küçümsüyorum? Neyi yakıştırmıyorum kendime?
Neyi hak görmüyorum?
Hor mu görüyorum dünyanın en zor ve asla karşılığı olmayan işini?
Yooo değil.
Sadece kendime oturup durmayı veya ne haldeysem öyle olmayı hak görmüyorum.
Sadece ‘anne’ olsam...
O da olmaz.
Yetmez. İşler de başarılmalı. Bir şeyler yapılmalı.
Bir şey bile diyemedim bak. Bir şeyler çoğul çıktı ağzımdan.
Ulen ne olur sadece bir şey, tek bir şey yapsam ve o kadar olsa.
En önemlisi tam bağımsızlık için her daim kendi ayakların üzerinde durmak için çalışmalı.
Peki hayat arkadaşım dediğin insanla aynı yataktasın, aynı gemidesin, neden bazen omzunu dayamak ve teslim olmak bu kadar zor? Bu kadar mı zavallı veya ezik bir şey bir adamın karısı olduğun için iki gıdım teslim olmak?
Adam bir şey diyor mu? Hayır.
A be kızım derdin ne o vakit?
Huzursuzluk manyağı mısın sen?
Neden illa aynı anda bir dolu şey olmak lazım cevabı olan var mı?
Bir kadın aynı anda kaç konuda uzman olmak zorunda?
Sadece iş kadını olsam?
E o artık imkansız zaten; çünkü iki çocuğum var. Kızım olacak 17, oğlum 13.
Bana en çok ihtiyaç duydukları zamanlar ve dahası yuvadan uçmalarına az zaman kalmış. Onları yok sayamam ki. Zaten çok seviyorum sıpaları.
Ve zaten işlerim var ya benim!
Oha!
Yazarlığımı işten saymayan yoksa ben miyim?
Obaaaaa itirafa gel!

Sosyal medyatik mi olsam?
Bu cümleyi yazdım ve koptum.
O nasıl soru yahu?
Ama resmen aklıma geldi böyle bir soru.
Hmmm... O da hem evet hem hayır.
Zaten olan olmuş. İş çığırından kendiliğinden çıkmış. Olmuş olmak için olmamışsın, olmuşsun.
‘Beğeni’ manyağı olmadım diye düşünüyorum.
Babam tiyatrocu olmak istediğimde “Hayır” demiş, “Alkışa doyamazsın” demişti.
Banyoda aklıma geldi. Ne demekti bu diye düşündüm.
Sonra birden aslında iyi ki demiş dedim.
Alkış manyağı olmak ve egolardan şişmek patlamak doyumsuz bir tip olmaktı belki kastettiği.
Evet beğenilmeyi seviyorum. Ama şımarık olmamak için kendime çimdik atıyorum.
Ne oldum delisi olmamak için çabalıyorum.
Olursam bir gün, haykırın yüzüme diyorum.
Yazarlık, sporculuk...
Hayaller. Kitaplar...
‘Ben Bunu Çok Sevdim’ diye bir kolektif kitap yapmak için yola çıktım ya hani. Sizden benim en sevdiğim dört yazımı yollamanızı ve neden çok sevdiğinizi yazmanızı istediğim. Aboooo 400 küsur sayfa oldu.
Onunla haşır neşirim.
Okuyorum, topluyorum, düzenliyorum.
Bir de yanında canımın dibine işleyen bir kitap da ilerliyor... Yazıyorum yazıyorum yazıyorum. Yine de zaman yetmiyor, sanki her şey akıp gidiyor, ben böcek gibi arkada kalıp eziliyorum.
Sanki bunlar bitmezse öleceğim ya da öleceğim ve bitmiyecek.
Her biri çok fazla bireysel emek ve zaman isteyen, kendine özel mekan ve dikkat isteyen şeyler.
Kendine özel mekan dedim.
Offf! Yok öyle bir mekanım onu fark ettim.
Evde kendime bir ofisçik yaratmadım.
Vardı imha ettim.
Neden kendime yazarlığım için minicik bir alanı bile vermiyorum bilmiyorum.
Öyle zor ki orada burada olmak. Yerim yok benim. Evet bir yere demir atıp kapanıp yazmaya ihtiyacım var benim.
En fenası da hep kendi kendimi motive etmem gereken şeylerle ilgiliyim.
Spor da öyle, yazmak da. Yaşamak da...
E gün var motivesin, günler var fena haldesin.
Yaş da ilerliyor. Artık bir 20’lik değilsin ama ruhun 17’sinde.
Tam bir dengesizsin.
Kızıııım sana söylüyorum Yonca, bak kendinle yüzleşmektesin.
Sağa sola bakıyorum, kafamı iyice karıştırıyor gördüklerim.
Herkes sanki hiç bu şeylerle uğraşmıyormuşçasına eller havaya bir manzara. Oysa eminim herkesin derdi kendine arka planda.
Büyümenin sonu yok ya, gerçekten hala her sene yeni yaşıma, yeni hormonlara uyum sağlamaya çalışıyorum adeta ve isyaaaan diye bağırmak istiyorum.
Üstüme taktığım tüm kimlikleri seviyorum.
Her birine layık olmak isterken, en ağırıma giden şeyi fark ettim.
Ben eğlenemiyorum!
Yani ben, her şeyi ÇOK ciddiye alıyorum. Eğlenmeyi bile.
Bir konuyu laf olsun diye dinleyemiyorum. Mutlaka çok derin irdeliyorum.
Ne yapıyorsam, ne söylüyorsam hep aşırı ciddiyim. Hep bir felsefe var ardında.
Ay amma yorucu, of be ya!
Yani insan sürekli her şeyi ciddiye alamaz ki!
İşte bu ay kendime yeni amaç belirledim bu yüzden.
Azıcık rahatlamak istiyorum.
Azıcık...
Hep sözde kalıyor bu amacım.
Bu sene, yuh artık, ucundan acık başarayım istiyorum.
Bir de, bu sene kendi kendime hakkımı teslim etmek, kendi değerimin farkında olmak, kendime takdiri hak görmek, utanmadan, böbürlenmeye kaçmadan övünebilmek istiyorum. Bunu da kaç kere yazdım baydım biliyorum. Ama düşünün ne çok istiyorum da zorlanıyorum.
Keşke bunların bir hapı olsa. Yutunca çaaaat bir şey olsa ve gerçek olsa.
Evde binlerce eksik var. Düzeltebilirim.
Ama ilgim yok sanki o alanda.
Veya üşeniyorum. Erteliyorum.
Gerçekten yapmak istediğim şeyler arasında inanılmaz bir tenis maçındayım. O yeşil top benim ve hangi taraf sayıyı alacak bilmiyorum, ama bir biri bir biri sürekli vuruyor. Sahada sürekli gelip gidiyorum. Fileye takılsam düşsem... Ballboy alsa beni çekilse kenara.
Dursam bir süre orada. Bana ihtiyaç olmasa...
Zorunlu mola deseler.
Rahat eder miyim, yoksa yine maça dönmek için can mı atarım acaba?
Can atarım pek tabii.
Arkadaşlar işte bunlar hep kadın kafası diyeceğim, ya biriniz derseniz ulan bende yok böyle şeyler sende var arıza, bilmiyorum ne yaparım o cevap karşısında.
Bildiğim şu; ben bu yazıya başlarken sıkıntılıydım, yazdıkça açıldım, kendime gülmeye başladım şu anda.
Ben olsam beni okumam.
‘Kadının kafa yanmış, çok karışık içim sıkıldı manyak mı ne?’ derim.
Bazen böyle düşünerek yazdığım yazıma, bir yorum geliyor. Bir kişiden.
Diyor ki, ben de öyleyim.
Yalnız değilsin.
İşte o bir kişi ve ben, bir anda sanırsın 150 bin kişiyiz. Yalnızlık bitmiş.
Anlaşılır olmak gelmiş yerine.
Ve sanki bunca dediğin bir anda uçup gitmiş bulutların üzerinde bir yere.
Kuş gibi hafiflemişsin kendi kendine...
Bu sene değerini en çok anladığım şey anlaşılmanın kıymeti oldu.
Öyle çok zaman kendini ifade edemiyor ki insan! Öyle çok içine hapsoluyor ki!
İnsan kendi beyni içinde öyle kocaman bir hapishanede yalnız kalıyor ki, her şey eko yapıyor üzerine çarpıp acıtıyor. Ama bir kişi çıkınca karşına o sessizlik içinde, birden her yer aydınlanıyor. İnsan güç buluyor.
Bütün yazıyı şunu demek için yazmış olayım o zaman, şimdi aklıma geldi.
Konuşmak hem bedava, hem sınırsız bir özgürlük.
Kiminle istersen mümkün. Sen seçeceksin konuşmak istediğin kişiyi, yeri, saati.
Baktın kimselere güvenemedin, e at kendini bir mekana... Aç ağzını, yum gözünü dağlara, taşlara, parklara, denizlere, yollara.
Aç içini dök ortaya.
Sende kalmasın.
Paylaştın mı, rahatlıyorsun.
Ve eğer birisi seninle paylaşıyorsa mesela, yargılama. Dinle.
Şu an bana yaptığınız gibi. Sizi görmüyorum ama okuyorsunuz. Bu bile müthiş merhem bana.
Dinlenmek iyi geliyor.
Dinleyenin karşısında konuşana; ‘Gördüğüm en mert insansın, bak ne güzel açtın kalbini’ cümlesini duyması, alacağı en özel madalya.
Karşısında konuşan kadına onun en sevdiğin yönünü, neyini takdir ettiğini hatırlat mesela.
Veya bana güvenip kalbini açtığın için mutlu oldum de.
Yani öyle yapma şöyle yap demek yerine, duygu ver sen de ona...
Ve yine... Daldan dala bir Elele yazımda daha, beni dinlediğiniz için teşekkür ederim sayfanın karşısında duran canım kadın sana...

Yonca ‘Açık deniz’