İlker Kaleli

Aşk, benim için üstün bin frekans gözümün kör olduğu nokta…

İlker Kaleli

Röportaj: Ayşe Arman
Fotoğraf: Cem Talu
Prodüksiyon: Eda Şentürk
Saç-Makyaj: Selçuk Mılık

O yeni fenomenimiz! Hayatımıza bir girdi, fena girdi. İlker Kaleli, son derece yetenekli, farklı bir oyuncu. ‘Kayıp Şehir’deki İrfan’la televizyon izleyicisinin beynine kazındı, şimdi de onu ‘Kayıp’taki Falco olarak izlemeye devam ediyoruz. Bir başka ‘kötü adam’ın insan yanını gösteriyor bize. Bugün sizi onun dünyasına götürüyorum…

Almanya’da yetişmiş bir anne ve Vanlı bir baba. Nasıl bir formül?
Zor bir formül! Babam, geleneksel bir aile yapısından geliyor, annemse ultra modern. Evlere şenlik bir çifttiler…

Yolları nasıl kesişiyor?
Babamın babası, dört eşiyle birlikte İstanbul’a geliyor. Dedemin basbayağı dört karısı ve 14 çocuğu var. İstanbul’un taşı toprağı altın diye geliyorlar herhalde. Karaköy’de bir apartman dairesine yerleşiyorlar. Babam Recep, Karaköy Alt Geçidi’nde kalem pil, kaset ve plak satıyor. O dönemler Türkiye’de yabancı plak getiren tek adam…

Annen peki?
Avusturya Lisesi’nde okuyan bir liseli. Tüm hayatı Almanya’da geçmiş. Babası, Heidelberg Üniversitesi’ni bitirmiş bir bilim adamı. Okulun, 600 yıllık tarihinde, 100 üzerinden 100’le okulu birincilikle bitiren nadir akademisyenlerden biri. Almanya’da bir Alman’a aşık oluyor. Annem de, onların yarı Türk-yarı Alman çocuğu. Tayini çıkıyor dedemin, araştırma yapmak için bir süreliğine İstanbul’a geliyor. Kızını da, Avusturya Lisesi’ne kaydediyor.

Eeeeee?

Eeee’si annem, Almanya’da dinlediği müzikleri arıyor. Plak almak için gidebileceği tek yer de Karaköy Alt Geçidi. Babam, orada çalışan çok yakışıklı bir adam, eğitimi yok ama ağzı iyi laf yapıyor, cazip, çekici; annem tabii aşık oluyor.

Babamın eğitimi ne?

Ortaokul terk. Daha sonra, açıktan liseyi bitirdi.

Bilim adamı olan dede ne yapıyor bu ikili, birbirine aşık olunca…
E deliriyor tabii! Hiç kabullenemiyor bu durumu, Alman anneanne de öyle. Ama hiçbir şekilde engel olamıyorlar, bizimkiler evleniyor.
Sen, kendini hatırladığında neredesin?
Kültür çatışması yaşanan bir evde. Annem, evde Avrupa’da edindiği gelenekleri sürdürmek istiyor. Babamsa kendi geleneklerini, bayramlarını…

Baban, bu Alman kültürü almış kadına uyum sağlayabilmek için kendini geliştiriyor mu?
Onun kendisini geliştirmeye filan ayıracak vakti yok, bir şekilde var olması ve ayakta kalması gerekiyor. Artık çocukları da var. Yıllar içinde, plak sattığı dükkanın sahibi oluyor.

Annen?
Eskiden Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı vardı. Bir süre orada çalıştı. Bolluca’da çocuk köyüne çok sık gidip geldi. İkisi, tamamen farklı insanlardı, bir arada olamayacak, olmaması gereken insanlardı…

Ayrıldılar mı?
Kaçınılmaz olarak! Ben 7-8’ken, hır gür başladı, 13’ken tamamen koptular. Kolay bir boşanma da değildi, çok etkilendim. O durumu atlatmak, 10 yılımı filan aldı. Bir yandan ergenliğin getirdiği hormonal değişiklikler, “Beni kimse anlamıyor!” tripleri, bir yandan da gerçekten iki farklı kültüre adapte olmaya çalışmak. Muhakkak bana kattığı bir zenginlik vardır ama çok hırpalandım…

Annenden neler aldın, babandan neler aldın?
Tutkulu tarafım babamdan, sakin tarafım annemden. İkisinden de aldığım, birbiriyle çelişen çok özellik var. Öyle bir ortamda yaşıyor olmak da, bipolarite’nin habercisi.

Annen ve baban boşanınca ne oldu?
Önce annem ve kardeşimle birlikte bir eve çıktık. Bir süre sonra annem uğraşamadı benimle, babama gittim. Yıllarca bir bavul gibi gittim, geldim. Göçebe bir hayat, göçebe bir ruh, bir orada, bir burada, bir arkadaşlarda. Sonra babam, yeniden evlendi, bir başka çocuğu daha oldu. Annemse hiç evlenmedi. Sonra bir ilişkisi oldu, hala da onunla birlikte, benim de çok desteklediğim bir ilişki. 17 yaşında, kendi evime çıktım. O zamandan beri de yalnız yaşıyorum. Ama zor bir çocukluk geçirdim.

Annen, baban ne yaptı?
Çok gurur duydular. Babam, “Sen, böyle bir okulu kazandıysan ne yapıp, edip seni orada okutacağım. Gerekirse ceketimi satıp yine okuturum” dedi. Sağ olsun okuttu da. Londra pahalı, okulu pahalı... Süründüm ama bitirdim.

Burada konservatuar eğitimi alanlarla kendini kıyaslayınca…
Kıyaslamak bile istemem. Tamamen farklı eğitimler. Ben aslında Türkiye’ye dönmek istemiyordum, İngiltere’de National Theatre’da oynama hayalleri kuruyordum. Fakat son yıl çok depresif geçti, kendimde değildim. Özel hayatımdaki iniş çıkışlar, yalnızlık, sürekli zorlanıyor olmak beni çok hırpaladı. O arada, Ay Yapım’ın ‘Son’ dizisinden teklif geldi. Sadece altı bölümdü. İngiltere’den kopmayacaktım. Biraz nefes alırım, para da kazanırım diye kabul ettim. Gerçekten de beni rahatlattı, Londra’ya geri döndüm. Derken yine Türkiye’de bir dizi için aradılar. ‘İstemiyorum’ dedim ‘N’olur buna bak! Çok farklı’ dediler. Baktım. ‘Kayıp Şehir’deki İrfan. Bayıldım. Ve başladık…

‘Kayıp Şehir’le patladın. Üç bölüm sonra seni tanımayan kalmadı. Peki, egon, bu krizi nasıl yönetti?
Benim ünlü olmakmış, aleme girmekmiş gibi dertlerim yoktu. Alakam da. Çok sıkı bir eğitimden geçtim, tek derdim iyi oyunculuk sergilemekti. Tamamen o kafayla yürüdüm, hala öyle yürüyorum…

Senin oyunculuğunda öne çıkan ne?
Detay. Karakterler zaten detaydan çıkıyor. En ufak gözdeki bir değişim, seğirme, yürüyüş şekli gibi…

‘Kayıp Şehir’de sevimli, sakin, asi ama fırlama birini oynuyordun. Kadınların sana bayılmasında, kötü çocuk imajının payı var mı?
Kesinlikle! Şu an ‘Kayıp’ta Falco’yu oynuyorum, ki İrfan’a kıyasla çok daha kötü bir karakter ama o da bir insan benim için. Kötü adamı, sadece kötü adam gibi oynamamak benim için çok önemli. İrfan evet fırlamalık yapıyordu, ailesini üzüyordu ama tertemiz bir yüreği vardı. O kontrastı yansıtabildiğiniz sürece, karakter yaşar. Falco’da da aynı şey söz konusu. Bölümler ilerledikçe, anlaşılacak ki, evet kötü bir karakter ama bir derdi var adamın. Onun ruhundan bir parça gösterebildiğin zaman, karakter kötü de olsa, o karaktere bir sempati başlıyor. 

Hayatta en çok kime inanıyorsun?
Kendime.

En çok ne öfkelendirir seni?
Haksızlık. Yargılamak, yargılanmak…

Öfkelenince elini camdan geçirebilecek gibi hisseder misin?

Kesinlikle!

Öfke kontrolün nasıl?
Fena değil. Henüz bir cinayetim yok!
Şöhret, aşka ve kadınlara bakış açını değiştirdi mi?
Hayır. Kadınlara bakış açımı değiştirecek şey, ün değil. Benim için önemli olan samimiyet. Kendisi mi, oynuyor mu?

İyi oyuncuysa nasıl anlayacaksın oynayıp oynamadığını?
Sen de iyi oyuncuysan anlarsın!

Aşıkken, heyecanlı ve tutkulu musun, yoksa cool ve sakin mi?

Heyecanlı ve tutkulu. Aşıksam, kendimi kontrol etmem, edemem. Aşk, benim için üstün bir frekans, gözümün kör olduğu nokta…

Gerçekten de kadınlarda, güzellikten çok karizma ve verimlilik mi önemli senin için?

Elbette. Fiziksel güzellik, benim için ilk sırada yer almıyor.

Mühim olan ruh güzelliği mi?
O kadar da değil ama bir kadındaki o kendine ‘has’lık, zeka, yetenek, tutku, enerji…

Kadının topuklu giyenini ve fazla makyaj yapanını sevmezmişsin…

Doğru. Doğallığı seviyorum. Çok az kadına yakışıyor topuklu ayakkabı. Bir kere içinde yürümeyi bilmiyorlar. Bir kadında en çok dikkatimi çeken, beden farkındalığı ve kullanımı…

Çalışırken disiplinli bir tip misin?

Bir tek çalışırken! İşi çok önemserim, mutlaka tam vaktinde sette olurum. Türkiye’deki oyunculukla ilgili en sinir olduğum konu bu, herkes, her yere geç geliyor.

Kimsenin bilmediği bir yanını anlat…
10 yaşından bu yana dalıyorum. Dalış hocasıyım. Suyun altı insanı çok eğitiyor. Gece dalışı seviyorum. Gündüz her şey normal ama gece, “avlanan hayvan”lar çıkıyor piyasaya. Ahtapotlar, kalamarlar… Müthiş bir şey onları izlemek. Hooop, sinsice uyuyan balıkları yutuveriyorlar. İnsan karakterlerini de çözümlüyorsun oradan. Gece bir bara gidiyorsun, aaa o ahtapotun insan versiyonunu görüyorsun! Kollarını, kızın etrafından doluyor. Kız da öylece duruyor. Av gibi. Birazdan yutacak kızı haberi yok!

‘Kadınları şöyle etkilerim’ dediğin taktiklerin var mı?
Taktik-maktik yok. Bazen uğraşıyorum olmuyor, bazen de bir şey yapmadan oluyor. Zaten olacaksa kendiliğinden olsun, yoksa olmasın daha iyi…Oyunculuk ne zaman aklına düştü?
Çocukluğumda müzisyen olmayı istiyordum. Nirvana ve Kurt Cobain hayranıydım. 13 yaşında gitar çalmaya başladım. Hayalim, rock star olmaktı. Nirvana sözlerini Türkçe’ye çevire çevire İngilizce’yi söktüm. Ortaokulda bir grup kurdum, birkaç konser de verdim.

Peki hiç müzik mi oyunculuk mu diye çelişki yaşamadın mı?
Yaşamaz mıyım? Ama oyunculuk daha ağır bastı. Lise sonda oyuncu olmak istediğime karar vermiştim. Ama okulla da sorunu olan biriydim.

Ne tür sorunlar?
Küfür etmiyordum. Kavga etmiyordum ama otoriteyi iplemiyordum. Sürekli bir meydan okuma hali. “O senin öğretmenin ve saygı duyman gerekir” gibi bir his yoktu içimde. Hiçbir şeye ilgim de yoktu, sadece oyunculuk.

Oyunculuk, neden senin için bu kadar önemli?
Çünkü hayatta en çok emek verdiğim şey. Ve ne yaptıysam, kendim yaptım, o yüzden. İlk kamera deneyimim 16 yaşında Coca Cola reklam filmiydi. Tamamen şans eseri oldu. Sonra Şahika Tekand’ın atölyesi ‘Stüdyo Oyuncuları’na gittim. İyi ki de gitmişim. Bana çok şey öğretti. Üniversite yerine bütün vaktimi orada geçiriyordum.

Yaş?
19.

Ondan sonraki dönem…
Sürekli bir çıkış arıyorum, enerjimi akıtabileceğim, kendimi ifade edebileceğim bir şey. Müzik seviyorum, DJ’lik yapıyorum ama bir türlü kendimi bir yere ait hissedemiyorum. Sonra gece hayatından ve DJ’likten de sıkıldım. DJ’lik, sanatsal anlamda insanı tatmin edecek bir şey değil. Kendini sanatçı olarak değerlendiren DJ’ler var, hiç kusura bakmasınlar, filarmoni orkestrası değiller, altı üstü parça değiştirip, mix yapıyorlar. O dönem, hem aile dostumuz hem de hocam Kürşat Alnıaçık, LAMDA’yı (The London Academy of Music and Dramatic Arts) aklıma soktu. Bizim doğaçlama dans derslerimize giriyordu. Bana hep, “Senin vücut kullanımın çok Avrupai. Avrupa’da bunu geliştirmelisin” diyordu.

Londra’da okuyacak paran var mı?
Nerdeee? Ama para, son mevzu, çünkü Türk’üm ve öyle bir okula kabul edilmem kolay değil. İngilizcem var ama Shakespeare oynayacak düzeyde değil.

Haluk Bilginer’in okuduğu okul değil mi?
Evet. Başta ailem olmak üzere, çevremdeki herkes, gerçekçi olmam konusunda beni uyarıyordu. Ama hiç unutmam, bir gece feci hastayım, burnum akıyor, öksüyorum, tıksırıyorum, LAMDA’nın web sitesine girip, son başvuru tarihi ne zaman diye baktım. Ertesi sabahtı! Formu ertesi gün postayla okula ulaştırmamın imkanı yok. Geç kalmışım. Durdum durdum, “Hayatım hep böyle mi olacak?” dedim ve o anda elden götürmeye karar verdim. Gecenin ikisinde Türk Havayolları’nı aradım, sabahın beşine bilet aldım ve hayatımda Londra’ya ilk kez öyle gittim. Sora sora okulu buldum. Başvuru formunu elden teslim ettim. Sonra Türkiye’ye döndüm, seçmeler için iki-üç ay çalıştım. O sene LAMDA, ilk ve son defa İstanbul’da seçmeler açtı. 25 Türk girdik, bir tek beni geri aradılar…

Vayyy müthişmiş! Sonra?
Esas sınav tarihi geldi. 4 bin kişi başvuruyor, 25 kişi alınıyor, genelde de anadili İngilizce olan insanlar. Okulda bir, iki ve üç yıllık programlar var, iki yıllığa kabul edilebilirsem, zil takıp oynayacağım. Üç yıllık program aklımın ucundan bile geçmiyor! Ama oldu! Hayatımın en önemli dönüm noktasıdır.