Gastroseksüel kadın ne sever?

Sadece çanta ve ayakkabı markalarını bilmek, en iyi makyajı yapmak, iyi giyinmek yetmiyor. Girdiğiniz ortamda ısmarlayacağınız içkiler de, yemeğinizle eşleştireceğiniz şarabı seçebilmek kadar, kimi, ne zaman, nereye davet edeceğinizi bilmek de önemli… Biz de yaza girerken size neşeli birkaç ipucu verelim dedik

Gastroseksüel kadın ne sever?

Gastroseksüel sözlüğü
Amuse bouche: ‘Amusbuş’ diye okunur ve ‘damakta hoşluk’ diye çevrilebilir. Özellikle Avrupa’daki iyi restoranlarda yemeği sipariş ettiğinizde her şey baştan hazırlanır, oyalanmanız için önden gelen ve sizi gelecek yemeklere heveslendiren nefis lezzetlerdir. Türkiye’de de epey yaygınlaştı.
Al dente: İtalyanların ‘dişe dokunsun’ dedikleri şey. Yemeklerini bayılana kadar değil, kendi formunu koruyacak, dişe geldiğinde hafifçe çiğneme hissi verecek oranda pişirirler. İtalyan restoranına gittiğinizde damak ayarınızı bizimkinden hafifçe ‘Al dente’ye doğru ayarlamanızda yarar var.
A la carte: Mönüleri elimizle şöyle bir kenara itip ‘ortaya karışık bir şeyler yapıverin’ demeyi çok severiz ya işte bu gastroseksüel olmadığımızın en güzel kanıtıdır. Bu aynı zamanda ‘benim damak zevkim yok, sen ne getirirsen ben onu yerim’ demek! Tabii bunu ‘en iyisini, en tazesini sen biliyorsun, bana iyisinden getir’ kıvamında kullanan kişiler de mevcut ama bir gastroseksüel asla ‘sen getir, ben yerim’ demez. A la carte ‘mönüden seçilecek’ demek, biz de öyle yapıyoruz.
Bistro: Neredeyse her adım başı karşımıza çıkar ama ne demek olduğunu pek düşünmeyiz. Yemek servisi de yapılan barlara bistro deniyor. Fransa’da karakteristik özelliklere sahipler, ne yazık ki diğer ülkelerde tam kıvamını bulamamışlar. Buralardan alengirli yemekler beklemek yanlış olur, zira kendine bistro diyen yerler ‘karnınız aç geldiyseniz, içkiye başlamadan önce size alternatif sunarız’ demek istiyorlar. Tabii ki bu yemekler kötü demek değil, ağır yemekler yok o kadar! Eğer mekanın tabelasında ‘Cafe-Bar-Bistro’ yazıyorsa, onların kafası karışık demektir, bir gastroseksüel bu tür mekanlardan da koşarak uzaklaşır.
Pub: Bizim nasıl meyhanelerimiz varsa, İngilizlerin de pub’ları var. Biz nasıl meyhanelerde demlenip ‘Ne olacak bu memleketin hali?’ demeyi seviyorsak onlar da ‘Manchester mı, yoksa Arsenal mi kupayı kaldıracak?’ diye tartışmaya bayılır. Pazar günleri gidenler dana, sığır, hindi, koyun ve domuz kızartması yer. Fish&Cips’leri de nefistir… Fransız ve
İtalyanlar ‘İngiliz mutfağını konuşmak sadece bir dakika sürer’ dese de aldanmayın, önce bir pub’da kızartma yiyin, sonra kararı kendiniz verin. 
Fine dining: Bunu sadece ‘iyi yemek’ diye çevirmek, kapıda duran Bentley’ye ‘bizim düldül’ demek gibi bir şey. Esas tercümesi şu olabilir: ‘Yemeğe dair her şeyi hatmettik, yetmedi
üstüne kendi tariflerimizi geliştirdik, özgün bir tarzımız var, deneyin!’ Fine dining restoranlarda, genelde çoğu alaylı, dünyanın birçok ülkesinde çalışmış ünlü şefler vardır, ışıklandırmadan şarap eşleşmesine kadar her konuda iddialılardır. Molekülerden biyodinamiğe kadar birçok yeniliğe açık olmanız gerekir. Bazen tattıklarınızla Nirvana’ya
ulaşırken, bazen sabrınızı ve sınırlarınızı zorlayabilirler, 500 lira hesap öderken sofradan aç kalkabilirsiniz.
Sommelier:
Somaliye ya da şarap garsonluğu... Türkiye’de fine dining restoranlarda rastlarsınız. Bir restoranda şarap garsonuyla karşılaştıysanız, ben bilirim tavrına girmeyip, kendinizi onun emin önerilerine bırakın. Siz hayat boyu belki 100 şarap tattınız, o işi gereği 1000 tane... Dolayısıyla ‘baharatlı tatlardan hoşlanıyorum, bana dilbalığı ile gidebilecek makul fiyatlı bir beyaz önerin’ deyip arkanıza yaslanın ve yemeğin keyfini çıkarın.

Yazı: Mürsel Çavuş

Her şey çok hızlı değişti. Türk kadını en iyi mantıyı açmakla, sarmayı serçe parmağı inceliğinde sarmakla övünürken, birdenbire iş dünyasına atıldı, mutfağa ayırdığı zaman azaldı ve metropol kadını ‘ben yemek yapmayı bilmem ki’ demekle övünür oldu. Kadının bu değişimini şaşkınlıkla izleyen erkekler ise profesyonel hayatta aşçı önlüğünü takmışken, bir adım daha ileri gittiler. Mangal başından alışık olmadığımız kalınlıktaki steak’leri sulu sulu pişirmeye terfi edip, makarna sosları hazırlamaya koyuldular. Hatta mutfak aletleri alışverişi yapmaktan keyif almaya, dost sohbetlerinde birbirlerine ahtapotu nasıl yumuşak pişirebileceklerini anlatmaya başladılar. Bu işteki tuhaflık gitgide büyüyordu. Issız
Adam filmindeki Alper, havuçlu tarçınlı kekiyle resmen Ada’yı kendine aşık etmeyi başarıyordu. Kadınlar kalesine golü yemişti. Çünkü bir alanda ileri gitmeye çalışırken, başka bir alanda geri kalmışlar, mutfaklarını erkeklere kaptırmışlardı.
2000’li yıllarda ‘…seksüel’ kategorisine bir de gastroseksüel eklendi. Böylece erkeklerin mutfak sanatındaki başarısını günlük rutine dahil etmesi tescillendi. Kadınlar da boş
durmadı tabii… Daha sofistike olmanın yolunu, annelerinden, anneannelerinden alamadıkları mutfak eğitiminin acısını aşçılık kurslarında çıkarmaya başladılar. Bu dönem kadınlarının işi iki kat zordu. Zira annelerinin yıllarca uğraşarak edinilmiş el becerilerinin ötesinde başka donanımlara da ihtiyaçları vardı. Mesela ciğer ezmesinin yerini, Marsala şarabı sosuyla yapılan karamelize soğanla servis edilen pate almıştı. İş yemeklerinde ya da baş başa yenen yemeklerde ısmarlanan sekiz course’luk mönülerde, en azından değişik üzüm cinslerinden üretilen şarapların tadına seçim yapacak kadar aşina olmak gerekiyordu ve ‘tatmak’ kavramı yavaş yavaş hayatlarına girdi. Evlerde yemek programları kadar, Vedat Milör, Mehmet Yaşin gibi gurmelerin tavsiyeleri seyredilir oldu. İşte bu uçsuz bucaksız bilgi denizinin ortasında ‘güncel’ kalmak ve hayattan daha çok keyif almak için
yapılacak çok şey var; fiyatları makul ama lezzet bombası mekanları keşfetmek, öğle yemeklerinde pizza ile bir kadeh de şarap yudumlamak, iş çıkışı soluklanırken bir pub’a uğrayıp taze bira içmek… Füzyon mutfağı, row food, slow food, moleküler gastronomi, miksoloji gibi hayatımıza yeni giren kavramları takip etmek, bunlardan yaşam sevinci devşirebilmek… Ampirik bilgilerle ilerlenen bu yolda kafaların karışması normal. Fakat temelde birkaç kuralı bilmek, birkaç ana başlığı öğrenmek gastroseksüel metropol
kadınını epey rahatlatıyor. Erkeklerin kalesine gol atmaya hazır mısınız?

Doğrular… Yanlışlar… Griler…
• Gusto sahipleri çok yemek yer. Yanlış! Aksine seçici oldukları için her yerde her şeyi yemezler. İyi şeyleri az ve tadımlık tüketirler.
• Türkiye’de iyi şarap üretilmez. Yanlış! O eskidendi. Şarapçılıkta öyle bir atak yaptık ki, Avrupa’ya dudak ısırtıyoruz.
• Bir restoran mönüsünde ‘her şey’ varsa oradan kaçın, muhtemelen hiçbir şeyi iyi yapamıyorlardır.
• Pahalı şarap her zaman iyi şarap demek değildir. Ucuz şarap da her zaman kalitesiz demek değildir. Bunların tersi de mümkün.
• Gastroseksüel endüstriyel hazır ürünlerden mümkün olan en uzak mesafeye kaçar. Çünkü taze malzeme kadar seçilen malzemenin cinsi de lezzetin en önemli unsurlarından biridir.
• Gurmeler şeflerinin sahibi olduğu restoranlara rağbet eder, restoranlar kadar şefleri de takip eder.

Geleceğin popüler içkisi bira!
David Rains Wallace, “Fermantasyon ateşin icadından daha büyük bir buluş” diye buyurmuş. Kendisi gerçek bir birasever olmalı. Ünlü gitarist Frank Zappa da, “Eğer biranız ve havayolunuz yoksa gerçek bir ülke olamazsınız. Futbol takımınız veya nükleer gücünüz derdinize derman olabilir ama en azından bir biraya ihtiyacınız var” diyor. Bira bu kadar
yaşamsal bir ihtiyaç işte... Üstelik Şanlıurfa’daki Göbeklitepe’de dünyanın en eski bira üretimine rastlandı, demek ki Anadolu’da 12 bin yıldır bira içiliyor. Almanlar yazın bira bahçelerinde taze dana sosisleriyle bira içmeyi tercih ediyor. İrlandalılar öğleden sonra birayla viskiye ‘cila’ çekiyor, İngilizler ise iş çıkışı pub’larda birayla yorgunluk atıyor. Almanya, Belçika, İngiltere, İrlanda (Guinness Cumhuriyeti) ve Çekler harika biralara imza atıyor. Amerikan Bira Araştırmaları Derneği’nin raporuna göre dünyada 140 stilde 40 binçeşit bira üretiliyor. Bunları yapan kişiye de ‘Brewmaster’ yani bira ustası deniyor. Türkiye henüz bu kavramla pek haşır neşir değil ama çok yakında olacak. Çünkü 5-10 yıla kadar nasıl yemeklerle birlikte şarap listeleri geliyorsa, restoranlarda bira mönüleri de görmeye başlayacağız. Biranın mevsimi de yok. Yazın buz gibi bira ile serinleyip, kışın siyah
biralarla içimizi ısıtacağız. Biranın tadı damakta, köpüğü de bardakta kalıyorsa iyi demektir. Tazesini içmek için ise bugünlerde en doğru adres Gayrettepe’deki Bosphorus Brewing.


Votka tek bir markadan ibaret değil!
Herkes Absolut’u tek geçiyor. Halbuki Absolut’un votkası olduğu kadar, reklamcısı da iyi... Buradan kazanıyor! Daha rafine votka lezzetine ulaşmanın yolu butik üretimle
yapılan lüks segmentteki votkaları içmekten geçiyor. Mesela Ketel One, vermutla yapılan kokteyliyle damaklarda nefis bir tat bırakıyor, sek içildiğinde ise bambaşka. Tadı ve kokusu olmayan bu içkinin nasıl bu kadar yağlı, dolgun ve kıvamlı olabileceğine şaşarsınız. İşin sırrı 1691’den beri aynı teknikle küçük bakır imbiklerde viski gibi damıtılmasında...
Belvedere de bir diğer ‘serinletici’ alternatif!

Kadın tekila içer mi? Evet, içer!
Grey’s Anatomy’nin iki cerrahı Meredith Grey ve Cristina Yang barda tekilalarını yuvarlıyor. Bira, şarap ya da viski değil, tekila! Neden? Çünkü onlar sert. Çetin ceviz. Dayanıklı. Güçlü. Mücadeleci. Yani bu çağın kadını. Meksika’nın ‘mavi agave’ kaktüslerinden yapılan tekila shot bardaklarıyla içiliyor genelde. Ardından tuza daldırılmış limon dilimi emiliyor ya da başparmakla işaret parmağı arasındaki çukura konan tuz yalanıyor ve limon dilimi ısırılıyor. Lüks ve değişik aromalara sahip tekilalarda ise buna gerek yok. Şu an en iyi tekilalar Jose Cuervo’nun 1800’ü ile Reserva de la Familia’sı, Patron’un Platinium’u ile Burdeos’u, Olmeca’nın Altos’u tadılmaya değer. Türkiye’de yeni duyulan Patron da lüks segmentteki tekilalardan… Patron XO Cafe ise sanırım kadın damak tadına en iyi gideni...