Anne sen ölme!

Ölümü çocuklara anlatmak hiç de kolay değil...

Vecihe Sözeri

Vecihe Sözeri


Anne sen ölme!

Hamilelikle birlikte içimize düşen korkuların, çocuğumuz büyüdükçe başka başka sebeplerle şekil değiştireceğini ama hiç geçmeyeceğini yaşamadan bilemiyoruz gerçekten. Hastalandığında ya da ayağı takılıp düştüğünde duyduğumuz endişeleri tecrübe ettikçe; zaman içinde törpülemeyi, ötelemeyi, dizginlemeyi öğreniyoruz o kesin. Bilmediğimiz etap ise sonra geliyor…
Bebeklikten çocukluğa geçen evladınızla kurduğunuz yeni iletişim şekilleri ne kadar eğlenceli ve tadından yenmezdir, birçoğunuz şu anda yaşıyordur ve beni çok iyi anlıyordur. İletişim kurmak, artık sadece ikinizle ilgili değil dış dünya hakkında da sohbet edebilmek, onun herhangi bir konudaki fikrini dinlemek şaşkına uğratır, hayranlık uyandırır, tarif edilemez bir mutluluk verir. Gelin görün, gün gelir öyle bir cümle duyarsınız ki ondan ödünüz kopar, boğazınız düğümlenir, ne cevap vereceğinizi kestiremezsiniz, tüm bildikleriniz tepetaklak olur. Hemen her konuda iyi-kötü, kendi inandığınız veya doğru bildiğiniz ya da onun için en aydınlatıcı olduğunu düşündüğünüz mevzular silinip atılır bir kenara, eliniz kolunuz bağlanır. Anladınız değil mi beni? Ölümden bahsediyorum; bizim bile hiç dile getirmek, düşünmek istemeyeceğimiz ‘son’dan!
Allah herkese sıralı ölüm versin, kimseye evlat acısı yaşatmasın. İçimden “Allah korusun” diye diye yazıyorum bu yazıyı… Yazmak zorunda hissettim kendimi çünkü son dönemde ara ara, alakalı alakasız anlarda bu adını bile anmak istemediğim kelime kullanılıyor evimizde… Siz ne kadar güzel şeylerden bahsetseniz de, onu negatif tutumlardan uzak tutmaya çalışsanız da bazen bir film, bazen yuvadaki bir arkadaşından duyduğu mevzu geliveriyor önünüze. Leyla’nın soruları ‘Anne sen ne zaman yaşlanacaksın?’la başladı, gün geldi ‘Sen sakın yaşlanma, çünkü yaşlanınca öleceksin’li cümleler ve beraberindeki çene titremeli gözyaşlarına dönüştü. Ölümün ne olduğunu, nereye gideceğimizi, orada neler göreceğimizi biz yetişkinler bile anlamlandıramazken, dört yaşındaki bir çocuğa bunları anlatmak hiç de kolay değil takdir edersiniz ki… Yumuşak kelimelerle olayı büyütmeden ama aklında da soru işareti bırakmamaya çalışarak mevzuyu 1-2 kez geçiştirmeye çalışsam da, soruların arkası kesilmeyince, okulumuzun pedagoguyla yapacağımız görüşmemizde bu konuyu ona danışmaya karar verdim…
Ve ölümün, dinin yani soyut kavramların bu yaştaki çocuklar için anlaşılamaz olduğunu, yapılabilecek en doğru şeyin çok derinleştirmeden ve kafasını daha fazla karıştırmadan en basit haliyle anlatmak olduğunu öğrendim. “Çevrenizdeki bitkilerden, hayvanlardan örnekler vererek anlatabilirsiniz ölümü. Bir çiçeğin suya ihtiyacı olduğunu, su almazsa bir süre sonra solacağını anlatın ona… Hatta çiçeğin solduğunu gözüyle görsün. Somutlaştırırsanız, kavraması daha kolay olur ama bu konuları daha büyüdüğünde anlayacağından çok da üzerinde durmayın” önerisiyle eve geldim.
Gelirken de, hala tartışılan ‘ilkokulda din dersleri zorunlu olsun’ önergesinin, tazecik beyinleri nasıl da allak bullak edebileceğini düşündüm. Cenneti cehennemi, cehenneme gidenlerin nasıl ‘cayır cayır’ yanacaklarını anlatıp anlatamayacağımıza emin olamadım.
Çevremdeki kimi evlerde aynı konuda benzer endişeler yaşandığını duyuyorum şimdilerde. Bir arkadaşımın altı yaşındaki oğlunun ‘Ölmek istemiyorum anne!’ feryadıyla uykularından uyandığını dinledim örneğin. Yakın bir zamanda başka bir arkadaşımın dokuz yaşındaki oğlunun babasını kaybetmesiyle telaffuzu bile soğuk o kelimenin duvar gibi önünde nasıl durduğunu dinledim birkaç zaman önce. Kendimi annesinin yerine koymaya çalıştım, yapamadım…
Hiçbir zaman gerçeklerden kaçan biri olmadım, iyi ya da kötü ne yaşanacaksa yüzleştim, çünkü çözüm bulmak için yüzleşmek gerektiğine inandım. Leyla’ya da bugüne kadar hep, altından kalkılamayacak sorun olmadığını, hayatta her şeyi yapabilecek ve sorun olan her neyse onu düzeltebilecek gücün kendisinde olduğunu öğütledim… Hala anlatıyorum. Ötesi mi? Anladığımızda gerçekten büyümüş olacağız sanırım.

Sevgiyle…