Tarihimizin büyük aşkları

Onlar tarihimize bıraktıkları hem kalbimize hem aklımıza kazınmış aşklar. Bir büyük liderden bir şaire, bir müzisyenden bir tiyatro sahnesine uzanan bazen gülümseten, bazen içimizi burkan gerçek hikayeler...

Tarihimizin büyük aşkları

Çiğdem Talu – Melih Kibar 
“Beraberlikleri tam sekiz sene üç gün sürdü. Tanıştıkları gün, birlikte beste yapmaya başladılar. Zamanla birbirleri için söz yapar, beste yapar oldular. Bu süre içinde iki yüz yetmiş şarkıya ortak imza attılar. Yüzü aşkın besteleri listelerde bir numara oldu. Çiğdem Talu – Melih Kibar aşkından geriye, dinleyen herkesin belleğine, yüreğine işlenmiş birbirinden güzel aşk şarkıları kaldı”. Can Dündar kitabında bu iki büyük müzisyenin aşkını bu cümlelerle özetlemiş. Çiğdem ile Melih’in karşılaşmaları 25 Mayıs’ı 26 Mayıs’a bağlayan sabah saat üçü çeyrek geçe olmuş. Melih Kibar, Çiğdem Talu’yu görür görmez çok etkilenmiş. Birbirlerine ettikleri iltifatlar sonrasında, aslında sabahın o saatinde buluşmalarına neden olan Marmaris Festivali ile ilgili konuşmaya başlamışlar. Melih Kibar’dan Marmaris Festivali için bir beste istiyorlardı. Çiğdem de söz olarak bir şeyler yazmıştı. Yazdıklarını temize çekip, altına tarihi yazıp Melih Kibar’a verdi. Sonrasında bu yazı yıllarca çerçeve içinde saklanacak büyük aşkın ilk buluşmasını simgeledi. Marmaris Festivali yapılamasa da, iki büyük müzisyen ortak çalışmaya başlamıştı artık. Sonraki görüşmelerinde ortaya “İşte Öyle Bir Şey” şarkısı çıktı. Hani şu hala dinlediğimizde içimizi titreten, aşkı anlatan, aşkı hatırlatan, o duyguyu yaşayanları can evinden yakalayan parça. Erol Evgin’in seslendirdiği bu şarkıdan sonra ikili aynı plakta yer alan “Sevdan Olmasa” şarkısı ile listeleri salladı. Birbirleri ile sevgili olmaları Polonya’da gerçekleşti. Polonya’nın Sopot kentinde yapılacak müzik festivaline gittiler. Ve oradan artık bir iş arkadaşından öte, sevgili olarak döndüler. Yalnız ikisini de huzursuz eden bir geçek karşılarında duruyordu. Aralarındaki yaş farkı. Her ne kadar Çiğdem Talu Melih Kibar’ın hayatında, Melih Kibar da Çiğdem Talu’nun hayatında bir milat olsa da, çevre ve aile baskısı sonunda, aşklarını belki de her şeyin üzerinde bir yere kaldırıp, birbirini çok seven iki dost olarak hayatlarına devam etme kararı aldılar. “Bir de Bana Sor” bestesi herkesin diline dolanmıştı. Bu arada 1977 yılında “İşte Öyle Bir Şey”, Altın Kelebek yarışmasında “Yılın Şarkısı” olarak ödül aldı. Erol Evgin de “Yılın Sanatçısı” seçilmişti. Daha sonra dört yüz kez perde alan “Hisseli Harikalar Kumpanyası” müzikali bestelendi. Sonrasında müzikal için bestelenen ve altın plak alan “Sen başkalarına benzeme sakın…” sözleri girdi hayatımıza. Her şey bu kadar iyi giderken, Çiğdem Talu’nun meme kanseri olduğu haberi ile 1980’li yıllar başladı. Melih Kibar her ne kadar bu gerçekten kaçsa ya da Çiğdem’e bir şey olmayacağına inansa da 1983 yılı onu acı gerçekle yüz yüze getirdi. Çiğdem Talu tedavi için gittiği İngiltere’den döndüğünde, yine yıllar önce tanıştıkları tarih olan 25 Mayıs’ta Melih Kibar onu ziyarete gitti. 28 Mayıs tarihinde de Çiğdem Talu hayata veda etti. Bu dostluk ile karışık aşk şarkı sözlerinde, sitemlerde, notalarda bizimle ölümsüzleşirken, Melih Kibar da amansız hastalığa yakalanarak henüz 53 yaşında hayata gözlerini yumdu. Çiğdem Talu ile Melih Kibar böylesi bir aşk yaşamasaydı, duygularımızı kim bu kadar coşkulu, bu kadar aşkla anlatıp, “Bir tanem söyle canım, ne istersen iste benden…” derdi?

Naciye Sultan – Enver Paşa
Öykümüzün kahramanlarından biri, on iki yaşındaki küçük bir kız… Osmanlı İmparatorluğu’nun otuz üç yıllık padişahı II. Abdülhamid’in yeğeni… Öykünün diğer kahramanı, genç bir binbaşı… O, otuz üç yıllık padişahın tahtını sallayarak hürriyet ilan eden ateşli bir asker; ikisinin yolları, Osmanlı İmparatorluğu’nun en çalkantılı döneminde kesişti. Birbirlerinin yüzünü göremeden evlenip, doğru dürüst kavuşamadan, yüzyılın en ilginç aşk hikayelerinden birini yaşadılar. İnanılmaz bir ateş çemberinin içinden geçtiler. Ve İmparatorluk ile birlikte onlar da dağıldı.  Naciye Sultan Enver Bey’in fotoğrafını görerek, Enver Bey ise annesinin tarifleri ile Naciye Sultan’ı tanıyarak 1909 sonunda, Enver Bey 28, Naciye Sultan 12 yaşındayken nişanlandılar. Birbirlerini ancak mektupla tebrik edebildiler. Enver Bey, nişanlandıktan ancak 4 yıl sonra sultanının fotoğrafını görebildi. 1913 yılında Enver Bey’in Alman Hastanesi’nde apandis ameliyatı olmaya gelmesi, ameliyat sonrası kelimelerle birbirlerine aşık olan sevgililerin kavuşmasını sağladı. 5 Mart 1914 tarihinde Nişantaşı’nda, şimdi Işık Lisesi olan binada evlendiler. Aşklarını mektuplaşarak yaşadılar. Zamana, acılara, savaşlara rağmen birbirlerini hiç unutmadılar, hiç ümit kesmediler ve hiç vazgeçmediler. Ta ki o acı haber gelene kadar.
Naciye Sultan anılarından yürek burkan birkaç satır:
“Kocamdan gelen son mektup, 4 Ağustos 1922’de elime vardı. Bu mektupta İsviçre’ye geçmek istediğini yazıyordu. Fakat bu projesini yerine getirebilmesi için kendisinin ölmüş olmasına herkesi inandırması lazım geldiğini söylüyordu. Hatta benim bile, ölüm haberini aldığım takdirde buna inanmış görünmemi tembih ediyordu.”
Gerçekten de birkaç gün sonra Enver Paşa’nın ölüm haberi ulaştı. Ancak bu bir oyun değil, Pamir Dağı eteklerinde vurulduğunun haberiydi. Naciye Sultan bir süre bu habere inanmasa da, sonunda gerçeği kabullenmek zorunda kaldı. Naciye Sultan da 1957 yılında hayata veda etti. Birbirini görmeye hasret kalan aşıklar, aynı toprakta yeniden kavuştular. Onlar aşka hasret, aşkla yaşayan aşıklardı.
Piraye - Nazım Hikmet
Can Dündar kitabında Nazım ile Piraye’nin aşkını şöyle anlatıyor: “1930’da başladı ve yirmi yıl sürdü. Bu yirmi yılın on üç yılını hapishanede geçirdi şair… Ve hapisten bir kadına yazılabilecek en sıcak mektupları, en güzel şiirleri yazdı, güzelim resimler çizdi karısına… Lakin hapisten çıktığında gönlündeki kadın, evindeki kadın değildi. Nazım – Piraye aşkından geriye XX. yüzyıl boyunca her sevdaya düşenin birbirlerine yazıp yolladığı unutulmaz aşk mısraları kaldı”. 
Hatice Zekiye Piraye 16 yaşında yaptığı evlilikten iki çocuk sahibi olmuştu. Nazım ile tanıştığında Fransa’dan dönmeyen kocasından boşanmak üzereydi, Nazım’da Sovyetler Birliği’nde başından iki evlilik geçirmişti. Karşılaşmaları ve bu aşka düşmeleri çok vakit almadı. Nazım ile Piraye’nin aşkı bir masal gibi başladı ama maalesef devamı pek de mutlu gelmedi. 1932 yılında evlenme kararı aldılar, ancak 1933 yılında Nazım’ın cezaevi günleri başladı ve ancak mektuplarla aşklarını ayakta tutabildiler. Evlenmeleri 1935 yılına kısmet oldu. 1938 yılında yeniden tutuklandı. Hapis yıllarında Nazım, bozulan kol saatini boşaltıp yerine Pirayesi ile çocuklarının fotoğrafını koydu. Yıl 1943’e geldiğinde artık birbirleri ile daha seyrek görüşen evli iki çifttiler. 1947 yılında bir elin parmakları sayısında görüşebildiler. Sonraki sene ise daha az. İkisinin aşklarına darbe 1948 yılında geldi. Ve yaşanan olay sonucunda Piraye Nazım’ı bir daha asla affetmedi. Nazım Bursa Cezaevi’ndeyken ziyaretine dayısının kızı Münevver Berk geldi. Münevver otuz bir yaşındaydı ve ressam Nurullah Berk ile evliydi. Akraba olmalarına rağmen karşılaşmaları yeni bir aşkın başlamasına neden oldu. Nazım, Münevver’e eşinden boşanmasını söyledi. Doğan af umudu, Nazım’ın Piraye’den sonraki aşkı ile kavuşmasına fırsat verecekti. Kendisi de Piraye’ye boşanmak istediğini bildiren bir mektup yazdı. Yıllarca Piraye uğruna aşk şiirleri yazan o eller şimdi başka biri için ona ayrılmak istediğini yazıyordu. Piraye kabul etti. Ancak o sırada beklenen af gerçekleşmedi ve Münevver kendisini ateşe atmayarak kocasının yanına döndü. Nazım ise hatasını anlayıp, “Piraye’m, kızıl saçlı bacım benim” kelimeleri ile başlayan pişmanlık dolu mektubunu yazdı. Ancak Piraye bir daha onu hiç affetmedi. 1950 yılında Münevver’e kavuşan Nazım, 1951 yılında karısını ve üç aylık oğlunu bırakarak yurt dışına kaçtı. Orada da bir başkası ile evlenerek, Münevver ve oğlundan ayrı kaldı. Piraye ise 1995 yılında inzivaya çekildiği evinde 89 yaşında hayata veda etti. 
Can Dündar'ın "Yüzyılın Aşkları" kitabı geçmişten günümüze yaşanan en büyük aşkları anlatıyor bize. Mustafa Kemal Paşa'nın Latifesi'ni, Nazım'ın Pirayesi'ni, Yıldız Kenter ile Şükran Güngör'ün gizli evliliğini, Melih kibarın notalarından geçen Çiğdem Talu sevgisini ve daha bir çoğunu bizlerle paylaşıyor. İşte Can Dündar'dan da aldığımız notlar ile tarihimize ismini yazdıran aşkların unutulmaz kadınları...
Latife Hanım – Mustafa Kemal Paşa
Büyük ve hırçın bir aşkın öyküsü. Mustafa Kemal Paşa ile Latife Hanım 1922 yılında tanışıyorlar. İki buçuk yıl süren evliliklerinde yaşananlar birçok söylentiye neden oldu. Tarihteki en büyük aşklardan biriydi kuşkusuz, evlenmeleri tüm dünyada yankı uyandırmıştı. Latife Hanım’ın bu evlilikten sonra hayatı tamamen değişmiş, Mustafa Kemal’in ise askerliği aşkına üstün gelmişti. Ve ikisi de ayrılıkları ardından bir daha evlenmemişlerdi. Mustafa Kemal’in eşi olduktan sonra bir kadın bir daha kimi sevebilirdi ki…
Gazi, 10 Eylül 1922 yılında, zeytin dalları ile bezenmiş açık bir otomobille İzmir’e geldiğinde, Latife Hanım boynunda Atatürk’ün resminin olduğu kolyesi ve mor pelerini ile gelerek Mustafa Kemal’i görmek istediğini söylüyor. “Giremezsiniz burası Başkumandanlık Karargahı” deseler de Latife Hanım kararlılığı ve inatçılığı sonunda Atatürk’ün karşısına çıkıyor. İlk görüşmesinde Mustafa Kemal Paşa’ya hayranlıklarını bildiren Latife Hanım, İzmir’de bir karargah ararlarsa evlerinin hazır olduğunu belirtiyor. 14 Eylül günü Mustafa Kemal, Latife Hanım’ın teklifini değerlendirerek Beyaz Köşk’e gidiyor ve yeni karargahı olarak orada ikamet etmeye başlıyor. Latife Hanım bilgisi ve uluslararası yazışmalardaki yardımları ile Paşa’nın yeni yaveri olmuş. İşte aralarındaki yakınlaşma da böyle başlamış. Paşa’nın Latife Hanım’a evlenme teklifi de oldukça hoş. Bir gün Latife Hanım’a “Bugün odamı siz toplayabilir misiniz?” diye rica ediyor, Latife Hanım da bu teklifi memnuniyetle kabul ediyor. Ancak Paşa’nın odasına girdiğinde çok şaşırıyor, çünkü oda derli toplu, ancak yatağın üzerinde bir tablo duruyor. Latife Hanım bu tabloyu alıp duvara asıyor. Akşam yemekte Mustafa Kemal Paşa soruyor, “Latife Hanım bugün odamda bir şey gördünüz mü?”, Latife Hanım “Hayır, görmedim Paşam” cevabını veriyor. “O zaman lütfen bir gidiverin de oraya, o duvara astığınız resmi geri getirin” diyor Paşa. Latife Hanım getiriyor ve resmin arkasında kendisine zarif bir şekilde edilmiş evlenme teklifini görüyor. Mustafa Kemal ile Latife Hanım’ın aşk hayatları pek parlak geçmese de birbirlerinden sonra bir daha hiç evlenmiyor ve evlilikleri hakkında konuşmama kararını hiç bozmuyorlar. Latife Hanım gerçekten aşık, her aşık kadar kıskanç ve kocasını korumaya çalışan bir kadın, Mustafa Kemal ise disiplinli, özgür ruhlu, bir ülkeyi yeniden kurmuş bir asker. Mustafa Kemal, “Orduları idare ettim ama bir kadını idare edemiyorum” derken, duyguların o söz geçirilmeyen gücünden bahsediyor aslında. 5 Ağustos 1925 tarihinde Mustafa Kemal ile Latife Hanım’ın evlilikleri sona eriyor. Atatürk öldüğünde, Latife Hanım törene gitmiyor ama Jale Tulga’dan Anıtkabir’e giderken bir tek kırmızı gül alıp onu Atatürk’ün kabrine bırakmasını rica ediyor. Ve ekliyor: “Kimden geldiğini anlar o… Ama sen yine de, ‘Bunu Latife gönderdi,’ de…”
Yıldız Kenter – Şükran Güngör
Yıldız Kenter ile Şükran Güngör’ün tanışması 1956 yılında oldu. Yıldız Kenter daha önce başından bir evlilik geçirmişti ve Leyla isimli bir kızı vardı. Şükran Güngör’ü ilk kez sahnede Dünkü Çocuk’u izlemeye gittiğinde gördü. Yüzyılın Aşkları kitabında da Can Dündar’ın yazdığı gibi Yıldız Kenter, sonrasında hayatının aşkı olacak Şükran Güngör’den çok etkilenmişti. Sonraki karşılaşmalarında çekişmeli bir arkadaşlıkları oldu. Aslında birbirleri ile pek de iyi anlaşarak başlamadı arkadaşlıkları, ancak daha sonra tanıyınca birbirlerini aşktan önce dostluk doğdu aralarında. Bu dostluk hiç tükenmeyen bir hayat arkadaşlığı ve aşkla da pekişince iki sanatçı da ailelerine rağmen evlenme kararı aldılar. Birbirleri ile bir hayatı tamamlayıp, birlikteliklerinde huzur ve mutluluk bulan çift, Yıldız Kenter’in annesinin Şükran’ı çulsuz ve biraz da köylü bulmasına; Şükran Güngör’ün annesinin Yıldız’ın daha önce evlenmiş ve bir çocuk sahibi olmasına rağmen, kimseyi dinlemeyerek nikah masasına oturdular. Hem de herkesten gizli, oynadıkları Pembe Kadın oyunundan hemen sonra. Balayına gitmediler, kendilerine ait bir evleri bile yoktu. Ertesi gün tekrar sahnedeydiler, bu sefer karı koca olarak. Yine Pembe Kadın oyununu sahnelediler. Ailelerinin evlendiklerinden haberi yoktu. Bir süre ailelerinin yanında kalarak, durumu bu şekilde idare ettiler. Sonrasında işler yoluna girdi. Birlikte ömür boyu yaşayacakları Bebek’te bulunan evlerine taşındılar. Kenter Tiyatro’sunu kurdular. Girdikleri büyük borç onların başlarını ağrıtsa ve zaman zaman evlerindeki saksıya kadar bile haciz gelmesine neden olsa da sonunda tüm bu sorunların üstesinden geldiler. Yıldız Kenter oyundan geç geldiği zamanlar, Şükran Güngör ona küçük notlar bırakırmış, “ Sevgili, çok uykum geldi. Ama ben de seni seviyom bitanem… Ş” diye. Şükran Güngör amansız hastalığa yakalanınca çok zor zamanlar geçirmiş ve yine aşkının, hayat, yol arkadaşının yanında vermiş son nefesini, onun gözlerinin içine bakarak. 2002 yılında aramızdan ayrıldı Şükran Güngör. Yıldız Kenter için değişen bir şey yok, her seven insan gibi… Vakit buldukça Şükran’a mektup yazarak dindiriyor özlemini.
“Şimdi de onunla beraberim. Ben ölünce bitecek Şükran… Benim için tabii… Bir tek şeyim var; hep söylediğim gibi dokunamıyorsun, sarılamıyorsun”.
Yıldız Kenter