Yavaş ebeveynlik bir hayal mi?

Durun! Düşünün...

Pınar Mermer

Pınar Mermer


Yavaş ebeveynlik bir hayal mi?

Haydi koş! Geç kaldık! Fırla! Atla yataktan! Servis geldi! Özel öğretmen bekliyor! Zil çaldı, ders başladı! Sınava geç kaldın! Daha yüzme var; kurumadan baleye, dinlenmeden satranca gideceksin. Daha işe gideceğim, kardeşini alacağız, doğum günü hediyesi bakacağız, of çok trafik var! Ne, çişin mi geldi? Arabayı nereye park edeceğim şimdi? Zaten kardeşinin dişi çıkıyor, dün gece hiç uyutmadı. İş yerinde benden yüksek performans bekliyorlar, bu uykusuzlukla mümkün mü? Bakıcı değiştirmek, yenisini bulmak ne zor!  Bu aralar taktım sağlıklı beslenmeye. Doğru dürüst besleyemiyoruz çocukları. Organik pazar evimize çok uzak ama olsun, haftada bir günümüzü sırf bunun için ayırıyoruz. Nasıl da kilo aldım, ev yemeği yesek biraz. Spor da yapamadım. Zamanım yok, halim yok! Doktor kontrolü, iş yemeği, giysi alışverişi, yakınları ziyaret... Anne nerede bu kalabalığın içinde? Baba nerede? Anne-baba ilişkisi? Ebeveyn-çocuk ilişkisi?  Oyuna zaman var mı? Eğlenmeye, hobilere? Yavaş yaşam, yavaş ebeveynliği içselleştirmeye, hayata geçirmeye çalışan biri olarak bu yoğunluğa girmemeye çalışıyorum. “Yoğunluğa girmemek mümkün mü? Bu bizim tercihimiz değil ki. Modern şehirli hayatın zorunlu halleri bu yaşadıklarımız. Herkes böyle, bu sistemin dışında kalamazsın ki!” dediğinizi duyar gibiyim. Büyük ölçüde haklısınız. Ama atladığınız noktalar var. Bu koşuşturma bizi öyle bir sarmalın içine alıyor ki... Bu sarmal bize kendimizi sürekli yetersiz hissettiriyor. Yetişme, yetebilme telaşı içinde aklımızda sürekli listelerle hiçbir şeyin keyfini çıkaramaz oluyoruz. Sevdiklerimizle zaman geçirmek için belli saatler ayırıyor ve o saatlerin mükemmel geçmesini hedefliyoruz. Zaten zaman kısıtlı, bu zamanlarda sorun çıksın istemiyoruz. Sorunları halının altına süpürdükçe kördüğümler halinde karşımıza çıkıyorlar. Kaygı sarmalı hayatımızın kontrolünü elimize almamızı engelliyor. Direksiyon kontrolü bizde değil ve son gaz ilerliyoruz. Nereye? Vardığımız yerde mi keyif alacağız hayattan? “Bir şu geçsin daha az çalışacağım”, “Bir bu bitsin, kendime zaman ayıracağım”, “Şunu atlatalım çok mutlu bir insan olacağım”, “Birkaç yıl daha büyüsün çocuklar, o zaman daha rahat ederiz.” Varılacak hedef gerçekçi mi sizce? Gerçekten hayat gailesinin sona erdiği bir bitiş var mı ölüm dışında? Peki hiç kendinize şu soruları sordunuz mu: “Ben nasıl biriyim?” “Nasıl bir hayat hayal ediyorum?”, “Ölüme yakınken geri dönüp baktığımda iyi ki böyle yaşamışım dediğim bir hayatım olmasını istiyorsam, bu hayat nasıl olmalı?” Yavaş ebeveynlik için, yavaşlamak gerekir. Yavaşlamak için de kendimize sorular sormak. Karşılacağımız cevaplardan korkmamak. Rahatsız olma, strese girme endişesiyle sormadığımız sorular, atmadığımız adımlar var. Rahatsız olalım ki değiştirebilelim bir şeyleri değil mi? Hem stres öyle bizlere ezberletildiği gibi en büyük düşmanımız mı gerçekten? Ben söyleyeyim: Değil! Stres çoğu zaman dostumuzdur çünkü harekete geçmemizi sağlar. İçinde bulunduğumuz rahatsız edici durumdan kaçabilmemize veya o durumla mücadele edebilmemize yardımcı olur. Peki stres ne zaman oklarını bize çevirir? Hayatımızda anlam olmadığı zaman. Koşuşturmaca anlamlı olduğu sürece, ne yaptığımızın farkında olduğumuz, stresin yanında keyifli de olabildiğimiz sürece stres bize zarar veremez. Ancak hayatımızın direksiyonu elimizde değilse, anlamsız bir mücadelenin içinde kaybolmuş hissediyorsak kendimizi, başkaları için yaşadığımızı düşünüyor, keyif almayı, eğlenmeyi bir lüks olarak görüyorsak işte o noktada stres bizi hasta etmeye başlar. Hem ruhsal hem bedensel rahatsızlıklardan bahsediyorum. Hiçbir şeyden keyif alamama, neşeli hissedememe, yapılacak günlük işleri bir yük olarak görme, tahammülsüzlük, nedensiz baş ağrıları, karın ağrıları, vücut ağrıları, sabah yataktan kalkmak istememe, içindeki hakim duyguların öfke, kaygı, yalnızlık, anlaşılmamak, çaresizlik, gücenme, haksızlığa uğramışlık olması ve dahası... Çocuklarımızla sağlıklı ilişkiler kurmak, sağlıklı ebeveynler olmak istiyorsak yavaşlamayı denemeliyiz. Salyangoz hızında yaşamaktan, stressiz yaşamdan, güneye yerleşip sadece denize bakmaktan, günlerce aynı kıyafeti giymekten bahsetmiyorum (Gerçi bu da bir seçenek). Farkındalıkla yaşamaktan, anlamlı deneyimlerden, öncelik belirlemekten bahsediyorum. Yavaşlamak için bir reçete yok. Hayatımızı sorgulamaya, kendimizi ve değerlerimizi ön plana koyunca ortaya çıkacaklara güveniyorum. Anlamlı hayatlar oluşturma konusundaki yaratıcılığımıza inanıyorum. Kendinizi yaratıcı bulmuyor musunuz? Kaygılarınızın size kurdurduğu negatif senaryolara bir bakın derim. “Ya öyle olursa ya böyle olursa” diye diye bizi hayattaki her şeyi kontrol etmeye iten senaryolarımız. Felaket senaryoları yazma becerimizi biraz da pozitif kalabilmek için kullansak nasıl olur? “Yavaşlamanın reçetesi yoktur” dedim ancak kendi yavaş yolunuzu çizmenize yardımcı olacak birkaç önerim var: 
• Hayatınızı hangi değerler üzerine şekillendiriyorsunuz? 
• Yaşama şekliniz bu değerlerle örtüşüyor mu? 
• Bu değerlere bakınca hayatınızdaki öncelikler neler olmalı? 
• Sizi kaygılandıran ve sürekli hızlı, hareket halinde olmaya iten neler var aklınızda? 
• Bu kaygıların ne kadarı gerçekçi?  
• Bu durumların ne kadarını kontrol edebilirsiniz? (Lütfen bu soruyu yanıtlarken kendinize karşı biraz insaflı olun.) 
• En kötü senaryonuzun gerçekleştiğini varsayalım, sahi gerçekten de o kadar kötü mü? 
Ben yavaşlamayla ilgili yazmaya doyamam, umarım siz de okumaktan keyif alıyorsunuzdur. Yeni sayıda, yeni bir yavaşlama yazısında görüşmek üzere. Yavaş ve sakin kalın!

Sevdiklerimizle zaman geçirmek için belli saatler ayırıyor ve o saatlerin mükemmel geçmesini hedefliyoruz. Zaten zaman kısıtlı,bu zamanlarda sorun çıksın istemiyoruz. Sorunları halının altına süpürdükçe kördüğümler halinde karşımıza çıkıyor.