Tarihi dokunun çağdaş yorumu:Basel

Ortaçağ şehirleri arsında belki de en fazla sanatla, doğayla iç içe olanıdır Basel.

Tarihi dokunun çağdaş yorumu:Basel

Basel’de her çeşit mağazada olduğu gibi çiçekçilerin de vitrin tasarımı bir harika. Aynı cadde üzerinde yer alan çiçek dükkanları, aynı çiçeği satıyor olsa bile farklılığıyla kendine hayran bırakıyor. Bu mevsim sarı çiçekli mimoza yani akasya ağaçlarıyla, pembe çiçekli kamelyalar göz dolduruyor. Tahmin edeceğiniz gibi şehrin sorunsuz trafiği, düzenliliği, sessizliği ile dikkat çekiyor! Bu şehir tarihin yanında çağdaş mimarinin de kalbinin attığı yer aynı zamanda. Dünyaca ünlü mimarların elinden çıkmış ultra modern binalar, ortaçağ yapılarıyla hoş bir zıtlık yaratırken asla göze batmıyor.

Bu küçük şehirde 40’ın üzerinde müze var dersem şaşırmayın. Festivalleri, çok sayıdaki galerileri ve hatta dünyanın en önemli sanat haftalarından ArtBasel yine bu şehirde hayat buluyor. Örneğin, ‘Kunstmuseum’ dünyanın en eski sanat müzelerinden; 1661 yılında açılmış. Rönesans’tan günümüze, dünyanın en ünlü ressamlarının eserlerinden örnekler görebileceğiniz bir müze. Şehrin bir başka önemli müzesi olan ‘Fondation Beyeler Müzesi’nde, Vincent van Gogh’tan Andy Warhol’a ya da Claude Monet’den Pablo Picasso’ya kadar, 20. yüzyılın ünlü ressamlarının tabloları ile Afrika ve Okyanusya’dan toplanmış heykeller sergileniyor. 1982 yılında kurulmuş olan müzenin binası bile bir sanat eseri sayılıyor. Ünlü İtalyan mimar Renzo Piano tarafından 1997 yılında yapılmış. Bu müzenin bir başka özelliği ise kuşkusuz kendinizi özgürce dolaştığınız doğanın içinde hissettiğiniz bahçesi! Sanat ile doğanın buluşmasını içerde yer alan tablolardan fırlamışsınız gibi etkileniyorsunuz. Almanya sınırına karşı manzarasıyla baharın tadını çıkarttırıyor ziyaretçilerine. Modern mimariyle uyumlu bitkilendirmesi genel çerçevenin içinde bir tablo gibi gözünüzü okşuyor. Her yıl yapılan festival de şehrin heyecanla beklenen bir başka etkinliği. Paskalya’dan 40 gün önce yapılan bu festivalde sokaklar kostümlü trompet ve flüt çalanlarla dolup taşıyor. Bugünün ardından devam eden üç pazar da kostümsüz olarak sokaklar müzikle buluşuyor. Şansımıza festivalin son pazar gününü yakaladık. Her sokaktan ayrı çıkan müzik gruplarının arkasına takılıp karnavalın neşesine büründük. Burası bana göre tek kelimeyle mükemmellik şehri! Şehrin mimarisine gölge düşecek hiçbir şeye izin verilmemiş. Mağazaların tabelaları gözünüze batmıyor, markaların yazıları yakın planda okunacak büyüklükte. Şehre saygılı davranınca o da size tüm nimetlerini sunuyor, insanı yormuyor. Eski şehir merkezinin daracık sokaklarında butikler, antikacılar, mücevher tasarımcıları, kitapçılar, özel tasarım dekorasyon mağazalarının dışında çiçek tasarım mağazaları da elbette dikkatimi çekiyor.
Kaldığımız tarihi otel, şehrin göbeğinde, Ren Nehri’nin kıyısında olan ve 1600’lü yıllara uzanan bir tarihe sahip ‘Les Trois Rois’. ‘Üç Kral’ anlamına gelen bu otel sadece İsviçre’nin değil, Avrupa’nın da en eski otelleri arasında yer alıyor. Woody Allen’in 2011’de vizyona giren ‘Midnight in Paris’ filminden bir sahnedeymişsiniz gibi birden tarihi kostümlere bürüneceğinizi hissediyorsunuz. Antikalarla dolu, unique mobilyalarla tasarlanan otel geçmişin tüm asaletini yansıtıyor. Napoleon’dan Thomas Mann’a, Kraliçe Elizabeth II, Pablo Picasso’ya kadar birçok ünlüyü misafir etmiş. Girişte yer alan dev avizeler altında başınız dönüyor, odalarda yer alan ipek duvar kağıdıyla büyüleniyor, Cartier duvar saatiyle zarafetin çizgisini hissediyorsunuz. Otelin tamamında floral düzenlemeler ayrıca dikkat çekiyor. Orkideler, frezyalar, gül çeşitleriyle unutulan, çiçeksiz tek bir nokta yok bu otelde. Küçük ve kendi halinde bir kent gibi görünen Basel, aslında Avrupa’nın pek az şehrinde rastlanan bir kültürel zenginliğe de sahip.
Yazı: Selen Okan/Ev Bahçe

Kuzey Avrupa’ya bahar biraz geç geliyor. Ama buna aldırmadan her yer çiçeklerle süslü, püslü! Bunu geçtiğimiz ay bir kez daha anladım. Soğuğa inat caddelerin, pencere önlerinin bitkilerle buluşmasına İsviçre’de tanık oldum. Basel Turizm Ofisi’nin davetiyle gittiğim ülkenin üçüncü büyük şehri Basel aslında 170 bin nüfuslu küçük bir şehir. Ülkenin kuzey-batısında, İsviçre’nin Fransa ve Almanya ile birleştiği noktada biraz torpilli bir şehir. Torpilli dememin sebebi her yere yakın olması. Gerçi İsviçre gibi küçük bir ülkede kilometreler gözünüzü asla korkutmasın. Çünkü her yer o kadar yakın ki, tüm Avrupa ayaklarınızın altında resmen! Denize kıyısı olmasa da şehrin ortasından geçen Ren Nehri sayesinde şehir, Rotterdam Limanı’na bağlanıyor ve ticarette üzerine düşen payı alıyor. Bu şehir tipik bir Avrupa, yani Ortaçağ şehri. Dar, birbirine bağlanan sokaklarından, tarihi dokusundan sonuna kadar bunu hissediyorsunuz. Şehrin Gotik yapısı olan Münster Katedrali ise Basel’in tarihi sembolleri arasında yer alıyor. Bu tarihi katedralden Ren manzarasıyla güzelim şehri izleyebilirsiniz. Geometrik motifleri, renkli çatı kiremitleri ve farklı uzunluktaki kuleleriyle hemen göze çarpan bu yapıya isterseniz karşı kıyıdan ekolojik bir tekneyle de ulaşabiliyorsunuz. İki yakaya gerdirilen tele ayrı bir iple bağlanan ve rüzgar enerjisinin yanında nehrin akıntısı kullanılarak geçiş sağlanıyor.