Ertuğrul Özkök kadınları anlattı...

Ertuğrul Özkök, konuk yazarımız oldu...

Ertuğrul Özkök kadınları anlattı...

Kadın Grinin 50’nci Tonu’nda, bense 51’inciye geçtim

“Kadınlar saçlarını unutmak için keserler…”
Sibel Eraslan’ın yeni romanı ‘Saklı Kitap’ın yedi kadın kahramanından biri böyle diyor.
İkna odalarında, ikna olmamaya çalışırken onu hayata bağlayan en önemli güç aşkıydı.
Attila İlhan’ın şiirini andıran bir duyguyla ‘Senin olmadığın hiçbir yer yok’ diyordu.
Sevgilisi onu işte böyle bir günde tek kelimeyle bırakmıştı:‘
Bitti…’
Saçlarını işte o yüzden kazıtmıştı.
Çünkü; kesik saçlı kızlar için; bayram, tam olarak ‘unuttum’ dediği an gelir diye inanıyordu.
Ama unutamamıştı.
Her sabah ‘onun olmadığı hiçbir yerin bulunmadığına’ iman ederek uyanıyordu.

İNSAN AŞKIN BİTTİĞİNE BİR TÜRLÜ İNANAMAZ
İnsan bu... İnanmak istemez bittiğine…Aşkın salınımlarını, ‘Street Fighter’ oyunundaki kadın dövüşçünün yelpazesine benzetiyordu.‘İki alfabeli olan herkesin, yaşayabileceği, travmatik bir akordeon armonisi gibi…’Açılıp kapanan;‘Kah hırçın kah şehvetli kah meraklı ama her seferinde kederli dalgalar...’
Bittiğine inanamıyordu…
Cemal Süreya’nın ‘Onursuzunum ben’ dizesindeki duygu onu hiç bırakmıyordu.
‘Aşk, gönül bu işte… İnsanda gurur bırakmıyor’ diyordu. ‘Acının ihramından çıkamıyordu…
’Veda kabristanında son kez insanlara görünüp de, annesiyle helalleşen Hazreti İsa’nın kendisini tutmak için uzanan insanlara söylediği o sözler kulaklarından hiç çıkmıyordu:
“Dokunma bana, bırak beni lütfen  Dokunma bana, bırak beni lütfen…”

AŞK 20’NCİ YÜZYILDA KALMIŞ DEMODE BİR DUYGU MU?
Muhafazakar bir kadının kaleminden okuduğum bu satırlar bana kaybolmakta olan bir duyarlılığın nostaljisi gibi geldi.
Düşündüm nedir bu?
Tutkulu, ihtiraslı, bedelini ödemeye hazır, unutamayan bir kadının marazi bir hali mi?
Yoksa insan dediğimiz varlığa çok yakışan bir var olma biçimi mi?
Veya…
19’uncu yüzyılın sonunda ömrünü yitirmiş, modası geçmiş bir duygu mu?
Muhafazakar kadının daha yeni keşfetmeye başladığı bu dünyaya ait tutku…
Yani 21’inci yüzyılın 13’üncü yılının mart ayında ‘Aşk artık miadını doldurmuş’ bir insanlık hali midir?
KADINLAR GEÇEN YAZ NEDEN ‘GRİNİN 50 TONU’NU OKUDU?
Geçen yaz ağustos ayıydı.
Çevremde birçok kadın ‘Grinin Elli Tonu’nu okuyordu.
Tanıdığım bu kadınların büyük bölümü 40’lı yaşlarındaydı.
Ben de okumuştum ama nedense bana hiçbir şey dememişti.
Çünkü anlatılanlar, benim mazim haline gelen bir yüzyıla ait gibiydi.
Battaile’ın ‘Gözün Hikayesi’ni’ okuduğum, kadına ait duyguları, insanın beden ve ruhunun sınırlarını test ettiği bir yüzyılın sıradan eylemleri diye bakmıştım.
Sadece bedenine ve bir kadına sahip olma duygularının değil, aynı zamanda yerleşik ahlakın da sınırlarının zorlandığı günlerdi.
70’lerde, 80’lerde, hatta 90’larda kaldı diyordum.
Dönmüştüm ama döndüğüm yerde değildim.
O nedenle, Sibel Eraslan’ın anlattığı kadının ızdırabı, bugün bana keşfedilmiş yeni bir cennet gibi geldi.

AŞK ARTIK SADECE MUHAFAZAKAR KADINA AİT BİR DUYGU MUDUR?
Gelin öyleyse o soruyu bir kere daha açıkça soralım.
Aşk; modern erkek ve kadının kaybettiği bir duygu mudur?
Daha da cesur olalım.
Aşk demode midir?
Yani bugün ancak muhafazakar bir kadının hissedebileceği, yaşayabileceği bir tutku mudur aşk?
Başı örtülü kadın, hayalet bir dünyanın insanı mıdır?

‘GRİNİN ELLİ TONU’, YAŞAYAMAYAN KADININ TUTTUĞU AVUKATTIR!

Geçen yaz benim çevremde ‘grinin ellinci tonunun keşfedildiği’ yazdı.
Aslında keşfedilen şey, daha çok hiç yaşanmamış, büyük bir ihtimalle hiçbir zaman yaşanmayacak bir cazibenin ‘science fiction’ıydı…
Yoga seansları ile bastırılmış tutkuların vekaleten yaşanması.
Romanın kahramanını, avukat olarak tutmuş yeni bir nesil…
Oysa ben 60’larını yaşayan bir erkek olarak, aşkı yeniden keşfetmiştim.
O nedenle ‘Grinin Elli Tonu’  bana yetmiyordu.
51’inci tonunun peşindeydim ve onun adını koymaya çalışıyordum.
Aşk’tı o…

GRİNİN 51’İNCİ TONU BANA GÖRE YENİDEN TARİF EDİLMİŞ BİR AŞKTIR
Evet, ‘grinin 51’inci tonu’  bana göre aşktır.
Bedenin ve ruhun sınırları ancak derin bir aşk olduğu zaman test edilebilirdi.
Onun dışındaki bütün oyunlar, demode bir ‘one night stand’den ibaretti.
Aynı kadınla ve erkekle, o sınırları bin kere denesen bile, aşk denen o büyük tutku olmazsa, alelade bir oyun olmaktan bir karış öte geçemezdi.
O nedenle şu soruyu soracağım;
Hangisi 21’inci yüzyıla ait yeni bir duygudur?
Sibel Eraslan’ın Kehf Suresi’nden fırlamış “Senin olmadığın hiçbir yer yok” diye haykıran saçları dibinden kazınmış kadının tutkusu mu?

KEHF SURESİNDEN FIRLAMIŞ BİR KADIN MI? YOKSA KONTRATI TERCİH EDEN KADIN MI?
Yoksa ‘Grinin Elli Tonu’ndaki’ ‘kiminle kontrat yaparsam o’ diyen kadın mı?
‘Ya şehvet, ya bedenin o karşı konulamaz temasa daveti?’
Onlara ne diyeceğiz…
İşte gelmek istediğim nokta zaten oydu…
En çıldırtıcı bedensel ve ruhsal oyun, ancak ızdırap veren bir aşkın türevi olduğu zaman mana kazanır.
Bir kadın ve bir erkek, 21’inci yüzyılda grinin 51’inci tonunu ancak beden ve ruhun bu olağanüstü kimyası sayesinde keşfedebilir.Ben ona ‘tek kişilik tarikat’ diyorum.
Yani şeyhin ve müridinin hiç durmadan yer değiştirdiği olağanüstü bir oyun.
Kimse kimseden geri veya ileri değildir.
Düne veya bugüne ait olan şey; bedenimizden ve içimizden gelen sese kulak vererek yaşama tercihidir.