Bir yolculuğa çıktılar hayatları değişti

Bu dört seyahat size de ilham kaynağı olabilir!

Bir yolculuğa çıktılar hayatları değişti

“ÜZERİNDE YAŞADIĞIM GEZEGENİN FARKINA VARDIM”
Son olarak ‘Varolmayanlar’ isimli kitabıyla dikkatimizi dağıtan yazar Doğu Yücel, üniversite döneminde çıktığı Interrail’in hayatında verdiği en iyi karar olduğunu, üzerinde yaşadığı
gezegeni keşfetmesine yardımcı olduğunu söylüyor.

Yıl 1999’du, 22 yaşındaydım. En yakın arkadaşım Barış’la Interrail hakkında bir yazı okuduk. Daha üniversiteyi bitirmemiştik. Benim yurt dışına adım atmışlığım yoktu. Yine de bir gençlik heyecanıyla, fazla düşünmeden, sadece bir ay süren planlama faslından sonra kendimizi yolda bulduk. Interrail aslında bir bilet ama adeta sihirli bir bilet. Bu biletle bir ay boyunca Avrupa’daki ve Fas’taki trenlere bedava binebiliyorsunuz. Biz bu bileti o günün parasıyla 70 milyona almıştık. Bugünkü fiyatı 435 lira. O zamanlar yaş limiti vardı, artık o yok. Ama farklı yaş dilimleri için farklı bir ücretlendirme söz konusu. Ayrıca 10-15-22 günlük farklı opsiyonları mevcut. Avrupa’da en az bir kere Interrail yapmayana tuhaf gözle bakarlar, gençler arasında o derece popüler bir olay... Hani yolda sırtında kocaman bir çantayla yürüyen gençler görürsünüz ya, çoğu Interrail ‘trip’indedir. ‘Trip’i sadece yolculuk anlamında kullanmıyorum, ‘Interrail’ bir tür ‘kafa’. ‘Interrail kafası’ diye bir şeye kesinlikle inanıyorum. En konformist adama günlerce 40 kiloluk sırt çantası taşıttıran, kirli kıyafetleri dert ettirmeyen, gerekirse onu sokakta yatıran acayip bir ‘ruh durumu’ bu. Bizim yolculuğumuz 27 Temmuz 1999’da Çeşme limanından başlamıştı. Yunanistan’daki trenlerin külüstür olduğunu öğrendiğimizde,en azından gidişte zaman kazanmak için Çeşme-Brindisi feribotuna binmiştik. O günlerde değil internetin, cep telefonunun bile yaygın olmadığını hatırlatmalıyım. Bu yüzden, birçok zamanlama/lokasyon hatası yaptık. Gecenin köründe İtalya’nın suç istatistiği ile meşhur şehri Brindisi’ye adım atmak bunlardan biriydi. Çizmenin topuğunda yer alan Brindisi’de yardımsever bir gurbetçinin bizi otomobiline almasıyla kurtulduk desek abartı olmaz. Bologna durağından sonra yolculuğun erken zirvesi Venedik’e vardık. Woody Allen’ın ‘Everyone Says I Love You’ filmini yeni izlemiştik, o yüzden o filmin içine girmiş gibi hissettik. Masal kenti Venedik’ten sonra Milano, oradan ver elini Paris. Şanzelize, Eyfel, Louvre, Mona Lisa, Yılmaz Güney ve Jim Morrison’ın mezarları derken Paris’in de ‘must see’ yerlerini bitirdik, Amsterdam’a geçtik. Tüm gezi boyunca bizi en çok etkileyen şehirler Venedik, Roma ve Barcelona oldu. ‘En çok etkileyen yapılar’ ödülü ise, La Sagrada Familia (Barcelona) ve Duomo Kilisesi’ne (Milano) gider… Bu arada şunu belirtmeliyim; ‘Interrail kafa’sı gereği otellerde falan kalmak yok. Lüks hareketler, bu işin ruhuna ters. Uzun tren yolculuklarını gece vaktine denk getirmek ekonomiyi toparlayan bir yöntem. Onun dışında, konaklamanın diğer adresi: hosteller. 30 günde Kuzey Avrupa dışında tüm Avrupa’yı trenle bitirmek ince bir planlama gerektiriyor. O yüzden ilk belirlediğiniz rotanın dışına çıkmak, hele internetsiz günlerde akıl karı değildi. Buna rağmen bizimle eş zamanlı olarak Interrail’a çıkan arkadaşlarımızla buluşmak için rotamızı birkaç defa bozduk. Bir ay içinde Almanya, Portekiz, İspanya, İtalya, Fransa ve Yunanistan’da toplamda 20’ye yakın şehri gezdik. O güne kadar Ege’nin dışına pek çıkmamış olan bir İzmirli için hiç fena sayılmaz, değil mi? O yolculuğun üzerinden 14 sene geçti. Evet, VHS kamerayla kaydettiğim görüntüleri artık izlemiyor olabilirim, fotoğraflara da pek baktığım söylenemez. Gezdiğimiz şehirlerle, müzelerle, tarihi eserlerle ilgili bilgiler de çoktan zihnimden uçtu.Fakat geriye dönüp baktığımda, Interrail, hayatımda verdiğim en iyi kararlardan biriydi. O günden bugüne birçok kez çeşitli sebeplerle yurt dışına çıktım. Hiçbiri Interrail’ın üzerimde yarattığı etkiye yaklaşamadı. Bir açıdan, 30 güne ‘sıkıştırılmış’ bir büyüme öyküsüydü Interrail. Diğer yandan üzerinde yaşadığım gezegenin farkına vardığım bir keşifti. Hani artık çok kullanıldığından geyik mertebesine ulaşan ‘dünya vatandaşı’ terimi var ya, felsefi, metaforik veya hümanist anlamlarını geçin, gerçekten öyle hissettiğiniz bir yolculuk bu. Düşünün; bir gece vakti, dönecek bir evinizin olmadığı bir şehirde bir trene sığınıyorsunuz. O demir yığını faili meçhul bir şehre doğru giderken yabancılarla dolu bir kompartımanda, bir uyku tulumunun içine giriyorsunuz. Saatler sonra gözünüzü açıp pencerede yepyeni bir şehirle karşılaştığınız an, asıl evinizin Dünya isimli bu gezegen olduğunu tüm benliğinizle kavradığınız an oluyor. İşte o an, sizden daha özgür bir insan yok.

Yazı: Filiz Şeref

Farklı ülkelerde, farklı şehirlerden değişik kültürlere dokunan bazı özgür ruhlar, içlerindeki serüven arayan cesur yüreğin sesine kulak vermeyi başarıyorlar. Bulunduğu ortamdan uzaklaştığında kendini bulan, bir seyahatle hayata bakış açısı ya da tümden hayatı değişen bu dört kişinin tecrübeleri, size de ilham kaynağı olabilir…

“TÜKETİM TOPLUMUNUN YAPAY DEĞERLERİNDEN UZAKLAŞIP KENDİMİ DOĞAYA ADADIM”

Ayşegül Uğur, yaşadığı Afrika macerasının ardından ‘nasıl bir dünyada yaşıyoruz?’ sorusunun içine işlediğini ve o günden sonra kendini ekoturizme, hayvan ve doğa korumacılığına adadığını söylüyor.

Ben Afrika’nın şarkısını biliyorsam, sırt üstü yatan Afrika dolunayının ve zürafanın şarkısını, kahve çekirdeği toplayan ırgatların terli yüzünün şarkısını biliyorsam, Afrika da benim şarkımı biliyor mu? Vahaların üstünde esen rüzgar, üstüme giydiklerimin renginde titreyecek mi, küçük zenci çocuklar benim ismime bir oyun uydurup, oynayacaklar mı?  Ay gölgesini bana benzeyen bu taşlı yolun üstüne atacak mı ya da Ngong Tepesi’ndeki kartallar beni arayacak mı?” Yıllar önce Isak Dinesen’in ‘Benim Afrikam’ adlı kitabını okuduğum anda hissetmiştim bu büyülü kıtanın rüzgarını tenimde hissetmek istediğimi… Aslanların kükreyişinin kalbimde yankılanmasını, fillerin sürünün ölenlerine yaktığı o ağıtı yüreğimde duymak istemiştim. Tanzanya seyahatimin hayatımı farklı bir yöne sürükleyip değiştireceğini daha ilk gün, tanıştığım Masai Mara kabilesinden bir gencin söylediği bir atasözüyle anladım. “Baltanın hatırlamadığını ağaç ve gölgesine sığınan hatırlar.” İşte asırlardır doğa ile iç içe uyum içinde yaşayan, doğaya hak ettiği saygıyı göstermeyi bilen bir kabilenin düşünce yapısı bu kadar netti. Tüketim toplumunun yapay değerlerine hapsedilmiş beynim, Afrika sayesinde farklı bir keşfe çıkmıştı ve dünyada hiçbir maddi eşyanın ruhumu bir canlıyı kurtarmak kadar huzura kavuşturmayacağını hissetmiştim. İlk durak Tanzania Carnivores destekli Serengeti Cheetah Project oldu. İnsanların maddi hırsları yüzünden nesli tükenmeye yüz tutan çitaların  korunması programı kapsamında onların doğal yaşam alanlarında yapılan bir gezi ve sonrasında annesi avcılar tarafından katledilen öksüz yavru çitaların ziyareti. Bu kocaman canlının okşadığınızda bir ev kedisi gibi mırıldadığını duymak, gözlerindeki minnet ve sevgiyi görmek bir kez daha insanın en vahşi canlı olduğunu bana gösterdi. O görkemli fillerin, böyle bir zaptedilemez gücün, insan karşısında çaresizliğine şahit olmak tarifi mümkün olmayan tuhaf bir his. Her gün binlerce fil, fildişi biblo ve takı yapmak için öldürülüyor.Daphne Sheldrick’in IWorry organizasyonu, tüm Orta Afrika ülkelerinde Paul McCartney ve Ricky Gervais ile buna karşı savaş veriyor. Doğanın, dünyanın en yetenekli tasarımcısı olduğunun bir kanıtı ise Chumbe Adası’ydı. Sadece ekolojik turizme izin verilen ada, denizinde rengarenk balıkların yanınıza sokulduğu,ağaçların köklerinin bir başka gezegendeymişsiniz hissi yarattığı bir ada. Adada kalınabilecek birkaç oda var ve bunlar da ağaçların üstünde. Adanın en önemli özelliği ise yunuslarla beraber yüzebilmek. Şehirlerdeki yunus parkı denilen yunus işkence merkezlerindeki deneyim gibi bir şey değil bu. Burada yunuslar, insanların zevki için sömürülmüyor, varlıkları ile hayatınıza anlam katıyorlar. Bir yunusun hızına yetişmeye çalışıp, onun peşinden derinliklere dalmak bu evrendeki her şey ile bağınızın olduğunu hissettirmezse, başka hiçbir şey hissettiremez. Kitle turizminin insanları nasıl sömürdüğünü anlamam da bu seyahatimde oldu. Kaldığımız otel, turistlerin her türlü konforuna uygun tasarlanmış bir oteldi; havuzlar, her yerde akan duşlar... Ancak ağlayan kıta Afrika’nın durumu çok başkaydı; otelin etrafını saran korumalar ne sizi dışarı çıkarıyorlar ne de çevredeki köylüleri içeri sokuyorlardı. Uyarılara kulak asmayıp köye girdiğimde gördüğüm manzara bakış açımı sonsuza kadar değiştirdi. Köy susuzluktan kırılıyordu, köylüler tek geçim kaynakları keçilere bile su veremiyorlardı, minicik çocuklar kuyuya gelip elleri boş dönüyordu. Niye? Çünkü turistler her havuzdan çıktıklarında duş almak istiyorlardı. Civar köylerin tüm su kaynaklarının otellere bağlandığını duyunca, “Nasıl bir dünyada yaşıyoruz?” sorusu içime işledi ve bu seyahat sonrası kendimi ekoturizme, hayvan ve doğa korumacılığına adadım; çünkü anladım ki bu evren hepimize ait ve birbirimize görünmeyen bağlarla bağlıyız.

İŞİMİ BIRAKTIM, ZAMAN BENİM İÇİN DAHA YAVAŞ AKMAYA BAŞLADI”
Çocukluğundan beri dans etmeyi çok seven Hande Arabacıoğlu, yıllar geçtikçe kişisel gelişime merak sarmış. Ve bir gün, yoğun iş temposundan kaçıp kendini Tayland’da bulmuş… 
Hızlı İstanbul’dan sonra, yavaş yaşamı keşfetmek, onun için bir milat olmuş.

Çok uluslu bir şirkette farklı departmanların pazarlama ve iletişim alanlarında çalıştım. 10 yıllık kurumsal iş hayatım boyunca stres altındaki bedenimi, zihnimi ve ruhumu rahatlatmanın
yollarının peşinden gittim. Yogaya ve tangoya başladım. Yaşam koçumla birlikte çalışırken aslında gerçekten yapmak istediğim şeyin ‘insanların kalbine ve ruhuna dokunmak’ olduğunu anladığımda yolum beni Tayland’daki ‘Mistik Dans Eğitmenliği’ne çıkarttı. İki yıl önce, yaklaşık altı haftalığına, Koh Phangan adasına gittim. Burası, hayatın çok yavaş ve rahatlıkla aktığı bir adaydı. Bense İstanbul’un günlük koşturmacalarının stresini taşıyarak oraya gitmiştim. Birkaç gün yavaşlığa adapte olmakta zorlandım. Adaya indiğim ilk gün, sağanak yağmurlar altında derse gitmeye çalışırken orada uzun süre yaşayanlardan biri, bana önce ayakkabılarımı çıkartmam gerektiğini söyledi. İnsanlar ya parmak arası terlikler giyiyor ya da çıplak ayaklarla yürüyor ve gayet mutlu gözüküyorlardı. Bense şehir hayatından bir anda adaya ışınlanmış biri olarak bu söylemi önce yadırgamıştım. Günler geçtikçe, adanın yaşamına ayak uydurmaya başladım. Çamurlu spor ayakkabılarımı bir kenara bırakarak parmak arası terliklerimi giydim. Islanan ayaklarımla artık kendimi çok daha özgür hissediyordum. Tüm gün süren eğitimlerin arasındaki kısıtlı öğle molalarımızda, ilk yemeği sipariş eden ben oluyordum, ancak en son benim yemeğim masaya geliyordu. Neredeyse aradan bir saat geçiyordu ve açlıktan öleceğimi zannediyordum. Bir süre sonra, bunun benim üzerimde stres yaratan bir durum haline gelmesini bırakıp olanı kabul etmeye ve akışa teslim olmaya başladım. Böylece zamanın yavaşlığına, varlığım da uyum sağladı. Yemeğin her seferinde sıfırdan taze bir şekilde hazırlanışının ve anda kalarak beklerken ettiğimiz sohbetlerin tadını çıkardım. Ve zaman benim için de daha yavaş akmaya başladı. Artık bir yerden bir yere giderken adımlarımı bile daha yavaş atıyor, yetişme telaşı olmaksızın aldığım nefesin, attığım adımların ve hayatın dinginliğinin tadını çıkartıyordum. Beni Tayland’da en çok etkileyen şeylerden biri de insanların birbirine kalpten selam vermeleriydi. Bir restorana, markete, dükkana girerken ellerinizi göğsünüzün önünde kavuşturup hafifçe öne eğilerek merhabalaşıyorsunuz. Bu gerçekten gönülden bir sevgi alışverişini ifade ediyor. Sevgiyi derinden veriyor ve alıyorsunuz. Bu yoğunluğu içimde hissetmek gözlerimi dolduruyordu.Mistik Dans Eğitmenliği kursu boyunca, dünyanın dört bir yanından gelen 27 kadınla birlikte, yeni deneyimler ve kendi birikimlerimizi içeren pek çok şeyi paylaştık. Beş hafta boyunca bu eğitimde dans, farkındalık, eğlence ve bolca keşif vardı. Kendi özümüze yolculuk yaparak içimizdeki benle yüzleştik ve ışığımızın ortaya çıkmasını sağladık. Önümüze yepyeni dünyalar ve rengarenk yelpazeler açıldı. Döndükten sonra, yapmak istediğim şeyi içimde daha da netleştirmiş olarak, çalıştığım şirketten ayrılmaya karar verdim. Bir süre sonra da, özellikle ‘eski ben’ gibi çok stresli ortamlarda, kendini unutarak çalışan kişilere faydalı olabilmek için Koza Dönüşüm ve Özgürleşme Merkezi’ni kurdum.

“EVLİLİK KARARI ALARAK DÖNDÜM”
Çocukluğundan beri gezen, gezi notlarını kendine saklamayı sevmeyip bir de seyahatperest.com isimli blog’unda paylaşan Özge Altınok Lokmanhekim, hayatının belki de en önemli kararlarından birini 10 yıl önceki San Francisco seyahatinde vermiş.


Üniversitede okurken en büyük hayallerimden biri Amerika’da hukuk okumaktı. Bir sürü mülakat ve sınav sonrasında bir burs kazandım ve üniversiteden mezun olduktan sonra, 2003 yılının sonunda Amerika’ya gittim. Houston’da yaşıyordum. Amerika’ya gelmeden hemen önce başlayan bir ilişkim, benim ülke değiştirecek olmam ve bu sebeple aramıza mesafe girecek olması nedeniyle ‘bu ilişki olur mu olmaz mı?’ endişesi yaşadığım bir erkek arkadaşım vardı. İnsanların değil birbirini görmeden, birbirlerini sık sık gördükleri zaman bile ilişkiyi sağlıklı olarak yürütmenin meşakkatli olduğuna inananlardanım ben. Hal böyle olunca, ister istemez kafamda soru işaretleri ile gittim Amerika’ya. Sevdiğim adam İstanbul’da yaşıyor ve çalışıyordu. Benim ders saatlerim, onun mesai saatlerine bir de saat farkı problemi eklenince doğru dürüst konuşamıyorduk. Ama ilişkimiz benim beklentimin aksine iyi gidiyordu. Şubatın ilk haftasında da vizeler sebebiyle okulum bir hafta tatildi. Ders çalışmam gerekiyordu. Sevgilim iş sebebiyle o sırada Londra’daydı ve bana sürpriz yaparak Amerika’ya gelmeye karar verdi. Onu görme isteğim ağır bastı. Houston’da havanın sürekli nemli ve yağmurlu olmasından dolayı başka bir yere gitmeye karar verdik. İkimizin de daha önce görmediği bir şehir bulma arayışlarımız San Francisco’da son buldu. Ben Houston’dan uçtum, o Londra’dan. Fisherman’s Wharf’ta bir otele yerleştik. Kaldığımız beş gün boyunca dükkanların, restoranların ve tekne tur operatörlerinin yer aldığı Pier 39’da yürüyüş yaptık, şehrin sembolü tramvaya binerek şehir merkezi olarak kabul edilen Union Square’e gittik. Şık ve nezih bir mahalle olan Pacific Heights’taki Victorian tarzı evlere hayran kaldık. Burada, Alta Plaza ile Lafayatte Park arasında yürüyerek güzel caddelerin keyfini çıkardık. Al Capone’un da parmaklıkları arasında beş yıl geçirdiği, bir zamanlar hapishane olarak kullanılan Alcatraz Adası’na gittik. Golden Gate köprüsünün 20 farklı açıdan fotoğrafını çektik. Amerikan filmlerinin araba ile kovalama sahnelerinin çekildiği ‘dünyadaki en virajlı/kavisli cadde’ unvanına sahip ünlü Lombard Caddesi’nden geçtik. Dolu dolu beş gün geçirdikten sonra, beşinci günün akşamında ikimizin de morali hafiften bozuldu, birbirimize bir şey söylemeden otele vardık. Kıyafetlerimizi bavula yerleştirmekle uğraşırken sevgilim bana dönüp, ‘Bir dakika otursana, sana bir şey soracağım’ dedi. Yatağın ucuna oturdum, ne olduğuna anlam veremiyordum. Önüme geldi, eğildi. ‘Benimle evlenir misin?’ diye sordu. Şaşkınlıktan donakaldım, ne cevap vereceğimi bilemedim. Sustum. Suskunluğum biraz uzun sürmüş olacak ki, “Bir şey söyleyecek misin?” sorusuyla tekrar kendime geldim. Şimdi düşününce sevdiğim adamın boynuna sarıldığımı hatırlıyorum ancak ‘evet’ diyebildim mi, onu hatırlayamıyorum...Özgürlüğüme düşkünüm, seyahat etmeyi, zaman zaman yalnız kalmayı; evlenince bunları yapamayabilirim düşüncesiyle evliliğe hep soğuk bakan biri olmuştum. Sevdiğimadama ‘evet’ dediğimde biz birlikte olmaya başlayalı sadece birkaç ay olmuştu. Bu kadar kısa sürede bu denli önemli bir kararı nasıl verdiğimi çevremdekiler şaşkınlıkla izledi. Sanırım aşık olmak insanın aklının geri planda kalması. Bu yıl evliliğimizin 10’uncu yılını kutlayacağız. Bu sürede ailemize geçenlerde bir yaşını dolduran bir de ufaklık eklendi. 2014 yazında hep beraber tekrar San Francisco’ya gitme planları yapıyoruz