Altın gününden altın tasarımcılığına

Bir kitap okuyup, hayatı değişen bir kadının gerçek yaşam hikayesi...

Altın gününden altın tasarımcılığına

HIRS DEĞİL AZİMLE YOLA ÇIKTIM
Bu hikayenin en can alıcı noktası ne derseniz, farkındalık kelimesinin önemine değinebiliriz. Bir kitap okuyarak farkındalığı artan birinin, bugün başarılı bir takı tasarımcısı olmaya uzanan hikayesinde bir de içsel sağduyu var. “Bu içten gelen bir şey. Ben daha ortada bir şey yokken, üniversiteye de gitmiyorken, ‘bir gün bir şeyler olacak, bir şeyler yapacağım, başarılı olacağım ve birilerine örnek olacağım’ diyordum. O günü, bunları dediğim zamanı çok net hatırlıyorum. Ben anladım ki, eğer gerçekten istiyorsanız yapamayacağınız şey yok. Ama en önemli nokta mantık. Her insan bir yola çıkabilir ama doğru yolu seçmek önemli. O istekte hırs değil azim lazım. Azimli insan sadece önüne bakar, hırslı insan çevresine bakarak ilerler. Herkes kendi kulvarında ne yapacağını tespit etmeli ve mutlaka kapıların açılacağını bilmeli. ‘Bir şey istiyorsanız dağlar bile yol verir’ derler.” Hayata geç atılmanın çok da kötü olmadığını hatta avantajlarını bile yaşadığını söylüyor Şengüler. “Bir kere daha olgun düşünüyorsunuz. 10 yıl önce üç kitap okuduysam şimdi 100 kitap okumuşumdur. Tecrübe sahibi oluyorsunuz. Kimliğiniz oturuyor ve ne istediğinizi biliyorsunuz. Evet günümüzde her şey hızlı, hayat hızlı akıyor ama zamana takılmayın. Ne zaman olduğu önemli değil, istediğiniz olacak mı, önemli olan bu. Ben yaşa takılmadığım için şu anda öğrenebildiğim kadar bilgi öğrenmeye çalışıyorum hala.”Yazı: Filiz Şeref

Liseyi zar zor bitiren, tembel diye nitelendirilebilecek bir öğrenci... Annesiyle günlere gitmek o sıralar tek aktivitesi. Bir kitap okuyor ve hayatı değişiyor. Gerçekten. Olay aynen böyle
gelişiyor. Kitabın adı, Kişisel Ataleti Yenmek! Önce onu durduran, eyleme geçmesini engelleyen faktöre atalet dendiğini anlıyor, sonra kendine bir yol çiziyor. Annesiyle altın günlerine
giderken, kendini altın tasarımcısı olarak bulan bir kadının hikayesi bu...

İlkokuldan liseye kadar başarısız diye tabir edilebileceğim yıllardı; çünkü okula gitmekten nefret ediyordum. Her gün ‘gitmeyeceğim’ diye ağlıyordum. Ailemle ‘beni okula göndermeyin’ diye pazarlık ediyordum” diyor Evren Şengüler. Hani hep farklı zeka tiplerinden bahsediliyor ya, onun da görsel zekası daha fazla gelişmiş aslında ama bunu okula giderken tek tip zeka türü üzerine yoğunlaşan eğitim sisteminde keşfetmek pek mümkün olmamış. “Öğretmen her gün ‘anneni çağır’ diyordu. Oturup bütün gün resim çiziyordum ama ödev yapmıyordum. Resim defterlerim ise doluydu. Sporu da çok seviyordum. Çocukluğumdan beri tekvando ile uğraştım zaten. Resim, spor ve müzik dışında hiçbir ders benim ilgimi çekmedi. Benim daha çok görsel tarafım çalıştığı için teoriyle işim yoktu.” Bu durum böyle liseye kadar devam etmiş. Bir şekilde de sınıfları geçmiş... “Lisede kredili sisteme denk geldim; zaten kalma diye bir şey yoktu. Lise sonda bitmedi okul, kredim eksik kaldı haliyle. Kredimi tamamlamak için matematik, resim ve müzikti bana sundukları dersler. Resimle tüm kredileri tamamladım. Dönüp baktığımda nasıl bitirmişim liseyi hala inanamıyorum. Üniversite sınavlarına hazırlandım ailemin zoruyla ama bir yere giremedim. Zaten İzmirliyim ben ve ailede katı bir kural vardı, dört yıllık bir üniversite olacak ve İzmir’de olacak...”

HAYAT DEĞİŞTİREN KİTAP
İlkokulda okumayı sınıfta son söken, asla ödev yapmayan, lisenin ilk yılında altı tane zayıf getiren bu kız, üniversite sınavını kazanamayınca annesiyle altın günlerine, nineler ve dedelerle korolara, hatta biçki, nakış, dikiş kursuna gitmeye başlamış... “Annemle altın günlerine gidiyor, geliyorduk. İçimden bir ses bir şeyler yapacaksın diyordu, ama ne bilmiyordum. Yönlendirecek kimse de yoktu. Ablamla abim öğretmen, ama ikisi de dışarıda görev yapıyordu, örnek alabileceğim kimse de yoktu. Annem beni zorla ‘pratik sanat okulu’na yazdırdı; biçki, dikiş, nakış... Korolara katıldım, yaşça büyük dedeler, ninelerle. Ben aslında emekliliğimi önce yaşadım diyorum. Dolu dolu geçti o zamanlarım da ama bir işe girmeye kalksam bir vasfım yoktu.” O sıralarda takıya merak sarmış Şengüler. Urla’da gece pazarında tezgah açmaya karar vermiş. Ancak ailesinden izin koparamamış. Ertesi yıl bir şekilde ikna etmeyi başarmış babasını. 20 yaşında tezgah açarak yaptığı takıları satmaya başlamış. “Derilerden, kürdandan, gazoz kapaklarından, radyo antenlerinden takılar yapıyordum. İnsanların daha çok ilgisini çekiyordu böyle malzemelerden yapılmış olmaları. İnanılmaz da para kazanıyordum. Yaz sezonu böyleydi ama kışın evdeydim.” Bugün önde gelen bir takı firmasında başarılı bir tasarımcı olarak çalışmasına temel oluşturan adımı farkında olmadan bir tuvalette atıyor Evren; yine bir gün annesiyle güne gitmişken, tuvaletin
kalorifer peteğinin üzerinde gördüğü Mümin Sekman’ın ‘Kişisel Ataleti Yenmek’ kitabının arka kapağını okuyor. “Atalet ne diye düşünürken, yazıları okumaya başladım. ‘Bir işi yapmanız
gerektiğini biliyorsunuz. Onu niçin yapmanız gerektiğini biliyorsunuz. İsterseniz nasıl yapabileceğinizi de biliyorsunuz. Yapmamakla neler kaybettiğinizi, yaparsanız neler kazanacağınızı da biliyorsunuz ama yine de yapmıyorsunuz. Ya ilk adımı atmaya üşeniyorsunuz, ya da devamını getirmekte zorlanıyorsunuz. Sizi durduran ne? Atalet!’ diyordu kitap...” 
Bu arada ataleti bilmeyenler için açıklayalım hemen; eylemsizlik hali. İşlemezlik, tembellik, yavaşlık, savsaklama, hantallık denilen bir hal, tavır. Üzerine ölü toprağı serilmiş gibi bir durum. Şengüler, hemen kitabı okumak için ev sahibinden ricada bulunmuş ve bir çırpıda kitabı bitirmiş: “İçindeki sözler benim kilit noktammış. Bende okuduklarım inanılmaz değişik bir ruh hali yarattı. Kitapta ‘şu anki hayatınızdan memnun musunuz?’ diyordu mesela. Düşündüm, sağlıklıyım, her şey güzel, evet. ‘Peki 10 yıl sonraki hayatınızdan memnun olacak mısınız?’ sözü beni can damarımdan vurdu. 24 yaşındaydım ve 10 yıl sonrasını o an görebildim. Hala tezgah açan ve hala annesiyle günlere giden biri mi olacaktım yani? Bayağı bir analiz ettim kendimi. Çok fazla yalnız kaldım, çok fazla düşündüm. Ve bir gün anneme gidip ‘üniversite okuyacağım’ dedim. Benim yeteneklerim ne, özelliklerim ne, ben neler yaparsam başarılı olabilirim, hangi yolu izlersem daha iyi sonuçlara ulaşırım diye bunların analizini yaptım. Resimle müziğe karar verdim. Müzikle her zaman haşır neşirdim. Ertesi yıl üniversite sınavlarına girdikten sonra yetenek sınavlarına girdim ama olmadı. Ertesi yıl tekrar denedim. Arkadaşımın tavsiyesi ile yetenek sınavları için bir kursa gittim. Pazar günleri bile kursu açtırdım. Deliler gibi çalıştım. Gece yarılarına, sabahlara kadar soğan, sarımsak, terlik, önüme ne gelirse çiziyordum. Aynı zamanda tezgah açıyordum. O bir ayımı inanılmaz şekilde dolu dolu çalışarak geçirdim.”

ALTI AY UYUMADIM
Resim öğretmeni olmaya karar veren Şengüler, kurs öğretmeninin yönlendirmesi ile güzel sanatlar fakültesini de düşünmeye başlamış. Okulun kapısından girince, ait olduğu yerin bu
fakülte olduğunu anlamış zaten. “Sanatla iç içe bir okul... Sınava girdim ve o zamana kadar gösterdiğim performansın en yükseğini gösterdim, çünkü çok heyecanlanmıştım. O benim için bir sınav değil, başka bir şeydi. Bana dört saat vermişlerdi ve o saatleri resim yaparak değerlendiriyordum. Sonuçta sınavı kazandım ve kazandığım gün yarım saat ağladım. Benim için gerçekten bir dönüm noktasıydı. Sonra da kendi kendime söz verdim. ‘Sen buraya kadar geldiysen hakkını vererek bitirmelisin’ dedim.” Ve o tembel kız, inanılmaz bir çalışma
temposuna girivermiş: “Bu hakikaten enteresan bir enerji, enteresan bir güç. Kendime iç disiplin aşıladım o gün. Diğer arkadaşlar güzel sanatlar lisesinden geldiği için aramızda epey fark vardı, bu yüzden iki kat çalıştım. Açığı kapatmam gerekiyordu. Dört sene boyunca yılın altı ayı okula gidiyor, ders çalışıyor, sabahlıyor, tekrar okula gidiyordum. Normalde üç staj
yapmam gerekiyordu, dört staj yaptım, birini de İstanbul’da yaptım. Ruh halim bozuk olduğunda ağlarken bile ders çalışmaya devam ediyordum. Benim hiçbir zaman notla, sayıyla işim olmadı. Sadece sınıfımı geçeyim diye düşünüyordum. Kendime hedef olarak da ‘30’dan önce mezun olacağım’ hedefini belirlemiştim. Moda ve aksesuar tasarımı bölümünden dört senede mezun olan çok azdır bu arada. O sene de bir tek ben mezun oldum. Tez ise ayrı bir olay. Ama ben tezimle de jüri özel ödülü almayı başardım. Mezuniyet provasında ise bölüm birincisi olduğumu öğrendim. Çok şaşırdım tabii. Mücevher tasarım yarışmasında birinci olmam da ayrı bir güven kaynağı oldu. Bu sayede İtalya’ya gittim. O kadar güzel şeyler kattı ki bu isteğim bana.”

Ailesinin üzerinde baskı kurmamış olmasının da bugün olduğu yerde payının büyük olduğunu ekliyor Şengüler: “Bana ağır baskı kurmamaları çok iyi bir şey oldu. Bunu yapsalardı büyük ihtimalle beni yanlış yönlendireceklerdi. Evet belki bir şeyler yapacaktım ama istediğim şeyi yapmayacaktım. Şu an olduğum yerden o kadar mutluyum ki, bunun tarifini anlatamam.”
Üniversite bittiğinde bir atölyede ya da birinin yanında asistanlıkla işe başlamak istememiş. “Sadece güzel bir iş bekliyordum güzel bir şekilde başlamak için. Arkadaşım bir iş var dedi, Türkiye’nin önde gelen bir altın firması tasarımcı arıyordu. CV’mi yolladım. Aradılar, ‘İstanbul’a gelebilir misin?’ dediler, hemen atlayıp gittim. İki gün sonra arayıp işe aldık dediler. İstanbul’da kimsem yoktu. Hemen bir yurt aradım İstanbul’da ve bir yurt ayarladım kendime. Neyse ki yaz dönemiydi ve yurt boştu. Hemen yerleştim. Ertesi gün de işe başladım.
Dokuz ay orada çalıştıktan sonra farklı bir takı firmasından teklif geldi ve 2.5 yıldır da burada çalışıyorum.”