Farklı kültürde Türk anne olmak!

Farklı ülkelerde yaşayan annelere sorduk. Çocuklarını Türk kültürlerine göre mi büyütüyorlar yoksa bulundukları ülkenin kültürüne göre mi? Bakın nasıl cevaplar aldık.

Farklı kültürde Türk anne olmak!

İsveç’te çocuk doğurmanın maliyeti sıfır!
isveç’e ise bir yıl önce geldik ve uzun bir süre kalmayı planlıyoruz. Burası tam çocuk merkezli bir ülke, devlet çocuklu ailelere inanılmaz destek veriyor. isveçli arkadaşlarımın dediğine göre çocuk doğurmanın maliyeti sıfır; çünkü eğitim, sağlık, doğum hepsi bedava, üstüne de iki yıl doğum izni varmış ve bu izni bölerek anne veya baba çocuk beş yaşına gelene kadar kullanabiliyormuş; dolayısıyla her yer bebek dolu. Her iki çocuğum da Türkiye’de okul tecrübesi yaşadığı için burası özellikle 11 yaşındaki oğluma çok keyifli geldi. Sınavlar altıncı sınıfta yani ortaokulda başlıyor, o da her dönem bir sınav. eğitim konusunda aileler inanılmaz rahat, rekabet hiç yok ve hoş da görülmüyor. Sınıfta kimsenin ön plana çıkmasını istemiyorlar ve her şeyin eşitlik ilkesine göre olmasını istiyorlar. Bizdeki rekabet ve hırs ortamından sonra bu sistem bizim çocuklara çok hoş geldi. Türkiye’den ilk tatil dönüşümüz kızım sınıftaki arkadaşlarına hediye almak istedi ve biz de sınıftaki herkese birer kurşun kalem getirdik. Tahmin edin ne oldu? Tabii ki dağıtmasına izin vermediler, çünkü ön plana çıkabileceğini ve doğru olmadığını söyleyip hepsini eve geri yolladılar. Burada da antibiyotik kullanımı fazla değil ve çocuklara yapılan rutin aşı sayısı oldukça az. Hani ‘kirlenmek güzeldir’ diye bir slogan var ya, isveç’te aynen uygulanıyor. Okula başlarken bize bir alışveriş listesi verdiler. Tabii biz defter, boya kalemleri gibi şeyler beklerken liste kar tulumu, kar kaskı, matara, kar çizmesi, yağmur pantolonu, eldiven diye devam ediyordu. Burada her türlü hava koşulunda çocuklar dışarı çıkıyor, iki yaşındakiler de 12 yaşındakiler de hepsi dışarı çıkıp, çamura, kara bata çıka oynuyor, dolayısıyla içeri girdiklerinde bütün enerjilerini boşaltmış ve sakinleşmiş olarak oluyorlar.”

Amerika’da anne olmak
38 yaşındaki Dilek Sancılı Kaplan, dokuz yıldır Amerika’da yaşıyor. Kısa bir süreliğine hem dil öğrenmek hem de biraz kafa dağıtmak için geldiği bu ülkede evlenip bir de üstüne çocuk sahibi olmuş. amerikalı annelerin bizden epey farklı olduğundan bahsediyor.
“Oğlum Ömer Kağan henüz 15 aylık ve eminim o büyüdükçe aradaki farkları daha iyi analiz etme imkanım olacak ama ilk yılda gözlemlediğim farklar da epey fazla. Aslında Amerika’da anne olmak konusuna geçmeden, Amerika’da hamile olmaktan bahsetmek lazım. Her ne kadar zor bir hamilelik geçirmiş olsam da, ‘Yine o döneme dönmek ister misin?’ diye sorulsa, yanıtım ‘evet’ olurdu. Çünkü bu ülkede hamilelere prenses gibi davranılıyor. Öyle ki, kalabalıklığı ile ünlü New York metrosunda normalde insanlar birbirini ezerken, henüz yeni çıkmaya başlamış karnım ile ‘hamileyim’ diye, beni trende nereye oturtacaklarını şaşırdıklarından mı bahsetsem yoksa Green Card (Yeşil Kart) almak için gittiğimiz görüşme sırasında, benimle aynı şey için bekleyen yüz kişinin arasından bana verilen öncelikten mi? Hamile olduğum için hayatımda görmediğim ilgiyi gördüm. Peki, Amerika’da bebek büyütmek Türkiye’ye göre farklı mı? Sanırım farklı yanları oldukça fazla. Her şeyden önce burada tanımadığınız bir bebeğe değil dokunmak, onun yanına fazla yaklaşmanız bile mümkün değil. Geçen yaz istanbul’a tatile geldiğimizde aradaki farkı fazlasıyla hissettim. Çünkü yolda, tramvayda ya da parkta hiç tanımadığım bir sürü kişi Ömer’den makas alıyordu ya da en basitinden kafasına dokunuyordu. Böyle bir şeyi burada yapsanız, bilmiyorum başınıza ne gelir, ama pek iyi bir şey olmasa gerek ki kimse çocukların yanına yaklaşmıyor. Peki bu adamlar çocuk sevmiyorlar mı? Tabii ki seviyorlar ama yolda gördükleri ve tanımadıkları çocuklara uzaktan el sallayıp ‘merhaba’ demek onlar için yeterli bir iletişim şekli. Bir başka gözlemlediğim fark ise, annelerin bebeklerini dışarı çıkarma halleri. Bununla ilgili hala aklıma geldikçe güldüğüm bir hikayem var. Amerika’ya geldiğim ilk yıllarda okul parasını ödemek için Türk restoranında garsonluk yapıyordum. Bir gün yeni bebekleri olmuş bir Türk çift ile Amerikalı yeni bebek sahibi bir çift aynı anda restorana geldiler. Bizim Türk bebeği öyle bir giydirmişler ki, çocuğu soymaları yarım saat sürdü. Bir süre sonra bizim Türklerin gözü, üstünde sadece bir body bulunan bebeğe takıldı. Artık kendi yaptıklarının ne kadar doğru olduğuna inanıyorlarsa, Amerikalı anne-babayı ‘çık çık’ sesleri eşliğinde önce çok rahat, sonra daha da ileri giderek ‘vicdansız’ ilan ettiler. Amerikalı anne ise o sırada yemek yemek ile meşguldü ve vicdansız olduğunun farkında bile değildi.

Avustralya’da anne olmak
35 yaşındaki Zehra Charlesworth, Türkiye’de çok iyi bir işi varken beş yıl önce olimpos’ta tanıştığı avustralyalı eşinin peşinden onun memleketine gitmiş. Zaten aklında hep 30 yaşından sonra ‘gitmek’ olduğundan, bu kararı vermesi hiç zor olmamış.
“Avustralya’da country hayatı yaşıyorum ve şu an 2.5 yaşında olan kızım Sarafine burada doğdu. istanbul’daki Cihangir-Nişantaşı yaşam tarzımın içinde çocuk büyütmek istemedim ve rahat bir ortamda çocuk sahibi olmak, onu doğa içinde büyütebilmek için Avustralya’ya göçmenlik başvurusunda bulundum. Avustralya’da insanlar bilinçli, eğitimli; birbirlerinin düşüncelerine, kişisel alanlarına, inançlarına saygılılar. Trafik kazalarının neredeyse hiç olmadığı, suç oranlarının düşük olduğu bir yer. Ülkenin zengin kaynaklarının olması ve sosyal devletin insan hayatında sürekli destek vermesi çok büyük etken bence. insanlar stresli değil; soru sorduğunuzda yüzünüze bakarak size beş dakikalarını mutlu bir şekilde ayırabilirler. elbette çocuk büyütme konusunda da ülkemizle arasında çok büyük farklar var. ilk geldiğimde, bir annenin çocuğuna ‘Şunu söyle yapmak ister misin?’ diye sorduğunda, nasıl şaşırdığımı hatırlıyorum... Çünkü kadın ‘otur, kalk, gel, git’ dememişti çocuğuna; ne istediğini sormuştu! Çocuk büyütmek burada insanların oldukça ciddiye aldığı önemli bir iş. Ben de hamilelik sürecinden itibaren doğal ve bizim bildiğimiz yöntemlere alternatif yöntemleri okudum. Çok sık doktora gitmedim hamileyken. Doula dedikleri, daha çok psikolojik destek veren insanlarla görüştüm. Kendime bir ebe edindim. Hastane koşullarının aslında doğal olan doğum sürecini ne kadar strese sokabileceğini öğrendiğim zaman, kendimi evde doğuma hazırlamaya başlamıştım. Yine de istanbullu olmanın verdiği bir şey olsa gerek, ‘ya işler ters giderse ya bebeğim zarar görürse’ gibi düşüncelere kapıldığım için doğal doğum merkezinde, doktorsuz, ebe gözetiminde suda doğum yapma kararı aldım. Doktor ancak mecburiyet halinde çağırılıyor, ebeler doğuma eşlik ediyor her an yanınızda bulunuyorlar... Ayrıca Bali Adası’nda, hamileliğim sürecinde öğrendiğim lotus doğum (bebeğin göbek kordonu kesilmeden ve plasentadan ayrılmadan kendinin düşmesi beklenerek yapılan doğum) bana çok mantıklı ve hissiyatlı geldi. CNN tarafından da geçtiğimiz senelerde en önemli karakterlerden biri seçilen sevgili ebe Ibu robin’e verdiği bilgiler ve güzel yüreği için ne kadar teşekkür etsem az. Sonuçta suda ve lotus doğum yapabildim. Bebeğim doğduktan sonra ise, kundaklamaktan tutun da aşı yaptırmaya varana kadar birçok şeyde arada kaldığımı itiraf etmeliyim. Benim bildiğimle çelişen düşünceleri gördükçe şaşırıyor fakat araştırmaya, incelemeye devam ediyordum. Burada çocuklarına hiç aşı yaptırmayan, hatta aksine zararlarını size belgelerle kanıtlayacak pek çok aile var. Bu, özellikle seyahat edeceğimi bildiğimden benim için bir seçenek değildi. Açıkçası yakınlarım yanımda olmadığından şüpheye düştüğüm her şeyi yüreğime sordum. Bir de emzirme meselesi var tabii. 2.5 yaşındaki kızım ile Türkiye’ye geldiğimizde, insanların hala emzirdiğim için nasıl şok olduğunu hatırlıyorum.

Yalnız annelere destek!
Tatil ve plaj kültürünün ağır bastığı çoğu Avustralya kasaba ve köylerinde, gençler, hatta bazı yetişkinler, çıplak ayakla gezer, araba sürer veya alışveriş merkezlerine giderler. Çocukları da bu şekilde rahat yetiştirdikleri için bazen bezsiz veya külotsuz çocuklar görebiliyorsunuz çevrede. Kızım da arada bir ayağında terlik, ayakkabı ne varsa fırlatıp diğerleri gibi gezmek istiyor, ben de engellemiyorum. Ancak Türkiye tatilimizde bu hep sorun oluyor; hiç tanımadığım insanlar ‘kızım ayağına cam batar’dan başlayıp, ‘çocuğunuzun ayakkabısı yok herhalde’ye varan onlarca yorumda bulunduğundan, yorgun düşüyorum. Burada hamilelikten ve doğumdan başlayarak var olan oyun grupları var. Kütüphaneler de çocuklar, hatta bebekler için aktif programlar hazırlayarak, çocuklara kitap sevgisini aşılamaya çalışıyor. Bu, kızımın Türkiye’de en çok sıkıntı çektiği konu olmaya başladı, çünkü her gittiğimiz yerde ‘anne burada kütüphane var mıdır?’ diye soruyor ve ona ne yanıt vereceğimi bilemiyorum. Homeschooling denen bir kavramla karşılaştım burada ayrıca; bu da bazı ailelerin kendi evlerinde çocuklarını eğitmelerine olanak tanıyan bir sistem. Steiner Waldorf, Montessori gibi eğitim sistemi ve okulları var, alternatif eğitim sistemleri oldukça güzel; çocuk odaklı ve ilginç. Bazı okullara çocuklar haftada üç gün gidebiliyor örneğin, böyle değişik sistemler mevcut. Ve son olarak; ‘single mother’ kavramının var olduğu bir ülke Avustralya. Ayrılmış çiftler veya bir başına çocuk büyütmek isteyen kadınların var olabildiği, devlet tarafından desteklendiği, toplumda sorgulanmadığı ve hatta evde oturup çocuklarına bakabilme şansları edindikleri bir ülke...”

Tek başlarına her şeye yetiyorlar
Buradaki ilk zamanlarımda 2-3 çocuğu ile alışverişte, parkta, toplu taşımalarda ve diğer her yerdeki anneleri görünce öylece bakakalır, evden nasıl çıkabildiklerine hayret ettim. Ben tek çocukla evi toplamaya ve yemek yapmaya vakit bulamazken bu kadınların, ikisi bebek arabasında, biri ya karnında ya da yanında üç çocukla nasıl başa çıktıklarını, hepsini besleyip, giydirip sonra da parkta oynatabildiklerini merak ederdim. Biz şehirli kadınlar, Türkiye’de aile, akraba ve ücretli çalıştırdığımız yardımcılarımızla bile çocuk büyütmenin zorluklarından bahsedip dururken, bu kadınlar her şeyi tek başlarına yapıyorlar ve hala akıl sağlığına sahip görünüyorlardı. Bir süre bu kadınları gözlemledikten, parkta, kafede gördüklerimi hemen bir köşeye sıkıştırıp konuşturduktan sonra öyle süper güçlere veya evliya sabrına sahip olmadıklarını anladım. Evet, evleri pırıl pırıl temiz değildi, çocuklarının burnunu her aktığında silmiyorlardı, çocukları her düştüğünde, ağladığında çita çevikliğinde müdahale edemiyorlardı, saçları fönlü ve yüzleri makyajlı değildi ama çocuklarıyla oyunlar oynayan, çocukları doktor kontrollerine de alışverişe de tek başlarına götüren, diğer annelerle neşeli sohbetler yapan benim gibi annelerdi onlar. Burada tanıştığım ve çok yakın arkadaş olduğumuz, çocuklarımızın yaşları birbirine yakın iki anneyle birbirimize gaz verip ikinci çocukları yaptık. Şimdi haftada bir gün bir araya geliyoruz. Kucaklarımızda bebekler, paçalarımızda çocuklarla halimiz birbirimize bile komik geliyor. Her buluşmamızda derdimizi de, küçülen bebek kıyafetlerimizi de paylaşıyoruz. Aileden uzakta, yardımcısız çocuk büyütmek zor. Uykusuz geceler ve molasız günlerin ardından kendimizi dışarı atıp, kafa dengi diğer annelerle birbirimize destek oluyoruz. Şu an beş aylık olan ikinci oğlum Mete burada dünyaya geldiği için ilk oğlum Alper’de yaşadığım süreç ile ister istemez karşılaştırıyorum. Henüz hamileyken sağlık sistemi ve sağlık personelinin farkını tecrübe etmeye başladım. Hamileliğimi takip eden doktora, ilk doğumumu sezaryen ile yapmış olmama rağmen normal doğum yapmak istediğimi söylediğimde bana çok rahat bir şekilde bunun mümkün olduğunu söyledi. Hastanedeki ebel r ve doktorlar da aynı rahatlıktaydılar. Doğum sürecinde ebelerden aldığım desteği hiç unutmayacağım. Herkes çok içten, pozitif ve profesyonel idi. Mete’yi eve getirdiğimizde başka bir ebe beni ve Mete’yi 10 kez ziyaret ederek ikimizin de kontrollerini yaptı. Takip eden günlerde belediye, Türkçe bir mektupla beni ‘Anne ve Babalara Destek’ sisteminden haberdar etti. Her belediyenin, anne ve babaların bebeklerini getirip tarttırdıkları, ölçtürdükleri, bir bebek hemşiresine soruları ve sorunlarını yöneltebildikleri yerleri var. Buralarda anne ve babaların sosyalleşebileceği ve bebeklerin birbirleri ile etkileşimde bulunabileceği ücretsiz oyun grupları ve benzer çeşitli aktiviteler düzenleniyor. ‘Acaba doğru mu yapıyorum?’, ‘Bu normal mi?’ gibi ilk kez anne olanların sıklıkla aklına gelen sorular ve endişeler için muazzam bir rehberlik hizmeti veriyorlar. Sonuç olarak ailemizden ve dostlarımızdan uzak olsak da, yeni ama sağlam kurulan dostlukların, resmi ve gayri resmi kurumların desteği ile çocuklu hayat İsviçr ’de daha rahat ve keyifli geçiyor.”

Tabak elde koşmuyorlar!
Amerikalı anneler de, bizim kadar manyağa bağlamasalar da, hijyene önem veriyor. Ama bunu yaparken çocuğun hayatını da kendi hayatlarını da çekilmez hale getirmiyorlar. Kendi adıma mümkün değil yapamam ama mesela sokakta yürürken düşen emziği tekrar bebeğe vermekten çekinmiyorlar. Ya da gittikleri bir restoranda ya da alışveriş merkezinde çocuklarının yerde emeklemesinin onlar için hiçbir mahsuru yok. ilk başlarda bu rahatlıkları bana acayip gelse de, artık oğlumun alışveriş merkezinde yerlerde sürünmesine ben de ses çıkarmıyorum. Bir de tabii ki çocuğu beslemek ile ilgili Türk annelerinin fenomenleştiği çocuğa yemek yedirme olayı var ki, bu konudaki fark anlatılamaz, yaşanır. Mesela bunca yıldır buradayım, o kadar yıl restoranda çalıştım, ömrümde Amerikalı bir anneyi elinde tabak ile çocuğunun arkasından koşarken görmedim. en fazla değişik yemek alternatifi sunarlar ama onlar için bir çocuk eğer yemek yemek istemiyorsa, aç değildir ve bunun arkasında başka bir şey aramaya gerek yoktur. Bize göreyse, çocuğun karnı açtır ve yemezse bu çok ciddi vicdani bir meseledir. Peki ben ne yapıyorum? Her ne kadar içim içimi yese de, eğer oğlum yemek yemeye ‘hayır’ derse bunu cevap olarak kabul ediyorum. Yani genellikle! Gözlemlediğim bir başka fark ise, Amerikalılar çocuklarını çok çabuk bir birey olarak kabul ediyor. Bizim gibi anne ve çocuk bir elmanın iki yarısı gibi değil. Doğdukları andan itibaren bebekleri ile aynı odayı sadece iki ay, bilemediniz üç ay paylaşıyorlar. Ayrıca her annenin, çalışsın ya da çalışmasın, bebekleri ile ilgili bir çizelgeleri var ve bunu mümkün değil aksatmıyorlar. Çocuğun öğle yemeği saatinden banyo saatine kadar her şey günlük rutin dahilinde oluyor. Bu rutinin ileride, özellikle çocuk okula başladığında, sürece daha kolay adapte olmasına yardımcı olacağına inanıyorlar. en temel farklardan biri de çocukları güvenli bir evde büyütmek. Amerikalı aileler en çok parayı işte buna harcıyor. Bu konuda yüzlerce ürün var. Belki de bu yüzden Türkiye ile kıyaslandığında ev kazalarında ölen çocuk sayısı Amerika’da çok daha az. eğer yüksek bir binanın ikinci katında oturuyorsanız ve pencerelerinize korkuluk yaptırmadıysanız ve de biri sizi bu konuda şikayet ederse, anne ve baba direkt hakim karşısına çıkıp bu konuda ceza alabiliyor.”Kore’de ve İsveç’te anne olmak
Ceyda Tuztaş, yedi yıl önce eşinin işi sebebiyle Kore’ye gitmiş ve 2.5 sene kalmış. İsviçre’ye ise bir yıl önce yerleşmiş. İki ülkenin kültüründen de izler taşıyan hayatının çok keyifli olduğunu söylüyor.
“Kore’ye gittiğimizde oğlum beş yaşındaydı, kızım ise yeni yürümeye başlamıştı. Biz sanayinin yoğun olduğu çok küçük bir şehirdeydik ama her türlü imkan mevcuttu. evin karşısındaki spor kompleksinde bebekli anneler için yüzme saatleri vardı. Haftada iki gün sabahları, bebekler ile gidip, onları suya alıştırıp, jimnastik yapabiliyorduk. Kızım oraya gittiğinde üç yaşında sayılıyordu ve okul zamanı çoktan gelmişti! Hayır, üç yaşında yürümeye başlamadı; Koreliler yaş hesabı yaparken hamileliği de dahil edip yaşı öyle söylüyorlar. Dolayısıyla hep bir yaş büyüksün. Benim kızım 1.5 civarıydı ama orada doğum ayı da hesaba katıldığından birden üç yaş oluverdi. Haftada iki gün sitenin içindeki kreşe verdik birkaç hafta sonra da günleri arttırdık. Okul sitenin içerisinde, her dakika önünden geçiyorum, Kızım mutlu biz mutlu ama bir detayı öngöremedik, kızım Korece konuşmaya başladı, Türkçe yok. Bizde de Kore dili yok. Kore’de de eğitim bizdeki gibi zor aslında ve anneler oldukça hırslı. Onlara göre her çocuk okulu bitirdiğinde bir sanat dalını çok iyi yapabilmeli. Ve bir sporda çok başarılı olmalı! Bunların her ikisini de olimpiyatlarda ve müzik yarışmalarında, festivallerde çok rahat görebiliyoruz. Çocuklar okul tatillerinde bile kurstan kursa koşuyor; ingilizce, spor, resim, bale devamlı dolular. Her yer kurs, birçoğu devlet destekli bazen ücretsiz... Aileler için trafikle boğuşmak yok, park yeri aramak yok, maddi açıdan külfet yok; hem de devlet çocukları başıboşluktan kurtarmış oluyor. Öte yandan çocukların şımarma lüksü de pek yok, bilirsiniz Uzakdoğu kültüründe büyüğe saygı çok ön planda, özellikle ergenliğe yaklaşan bir çocuksanız, sizden çok düzgün ve saygılı davranmanız, kibar olmanız, kurallara uymanız ve mümkünse de sınıf birincisi olmanız bekleniyor! Sağlık sistemi bizdeki gibi; oturduğun semtteki aile hekimine gidiyorsun. ilaçlarını eczaneden online reçete ile alabiliyorsun ama ilaçlar adet olarak veriliyor; her gün için ayrı poşet veriliyor, böylece çocuğa ne verileceği çok net. Ben yanıma yedek antibiyotik alıp gitmiştim, Pelin bir gün hastalandı, henüz ingilizce konuşan doktor bulamamıştım, aynı ilacı da Türkiye’de birkaç kez kullandığım için, dozajı belli diye başladım. iki gün sonra da doktor buldum, çocuğumu ve ilacı alıp doktora gittim. Doktor bana antibiyotik yüzünden ciddi ciddi kızdı ve dönene kadar sadece kızıl geçirdiğinde beş gün antibiyotik kullandık, bir daha asla! Kore’de bizi en çok şaşırtan şeylerden biri, çocukların ayaklarının devamlı çıplak olması ama boğazlarında ince bir penye koruyucu olmasıydı çünkü bizdeki gibi ayaklardan üşütebileceğini düşünmüyorlar.

Yazı: Filiz Şeref

‘Yabancı anne-babalar ne kadar da rahat!’ Çok sık kurduğumuz bir cümle bu değil mi? Özellikle de tatillerde, biz çocuğumuzun peşinde koşarken onların minnacık bebelerini rahat bıraktıklarını görünce... Elbette her ülkenin kendine göre bir çocuk yetiştirme tarzı var. Biz de merak ettik, yurt dışında yaşayan dört anneye, o ülkedeki anne-babaların çocuk yetiştirme tarzlarını, o ülkenin en çok şaşırtan alışkanlıklarını, bizden nelerinin farklı olduğunu sorduk. Onlar da bizimle, farklı ülkede Türk anne olma tecrübelerini paylaştı.

İsviçre’de anne olmak
İki yıl önce eşinin işi nedeniyle Zürih’e taşınan 36 yaşındaki Müge Yirmibeş Hooley, İsviçre’de en çok 2-3 çocuğuyla her şeye tek başına yetebilen annelere şaşırdığını söylüyor.
“İlk gün şehir gözüme çok gri görünmüştü. O zamanlar 1.5 yaşındaki oğlum Alper ile bu beyaz, karlı ve tenha şehirde kendimi yalnız hissetmiştim. Taşınacağımız evimiz hazır olana kadar iki haftalığına geçici olarak ikamet ettiğimiz evin karşısındaki market Türk çıkınca nasıl da sevinmiştim. Sonra simit saraylarını ve nargile kafelerini de keşfedince, Zürih’te Türk bulmanın pek de öyle nadir bir şey olmadığını anlamam kısa sürmüştü. Çat pat Almancam ile anlaşamadığım ve karşı tarafın İngilizce konuşmadığı durumlarda halen çoğunlukla Türkçe imdadıma yetişiyor. Taşınma işini yola koyunca, oğlum ile sosyalleşmenin yollarını aramaya başladım. Anne olduktan sonra İstanbul’da kendimi çok yalnız hissetmiştim. Oğlum Alper doğduğunda işi bırakmıştım. Çalışmayan anne arkadaşlarım benden uzak oturuyorlardı. İstanbul’daki en önemli sorunlardan biri trafik, malum. Arkadaşlar ile buluşmak ciddi bir organizasyon gerektiriyor. Gidişi, dönüşü hesap ediyorsun, araba koltuğunda ağlayan bir bebekle trafikte bir saat sıkışmaya değmez deyip vazgeçiyorsun. Zürih’te çok fazla kendi ülkesinden uzakta yaşayan insan var. Burada benimle benzer durumda yani çocuğu için evde kalmayı tercih eden pek çok anne var. Bu anneler sosyal medyada aktif olarak örgütlenmiş durumdalar. Bu sayede çok kısa bir sürede arkadaş edinmem çok kolay oldu. Çocuklarla gidilebilecek mekanların çeşitliliği ve ulaşım kolaylığı hemen hemen her günü oğlumla dışarıda geçirmemizi sağlıyordu. Hele bahar gelip havalar da düzelince çocuklarımız hep çayır çimenin üzerinde çıplak ayak koşturur oldu. Tatillerde Türkiye’ye gidince en çok bunu özlüyorum. Türkiye’de park ve bahçelerimizin sayısı ve boyutları çocuk nüfusunun ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzakta. Özellikle İstanbul’da çimenlerin üstünde yalınayak dolaşmak, yalnızca küçük bir azınlığın sahip olduğu bir ayrıcalık. Zürih’te nerede oturursanız oturun, bir park veya ormana maksimum 10 dakika yürüme mesafesinde oluyorsunuz. Herkes, doğanın içinde, doğaya saygı duyarak yaşıyor. Çocuklar soğuk ve yağmurda bile açık havada vakit geçiriyor. Tabii her yıl, ne kadar su geçirmez bot, kaban, pantolon varsa hepsini alıyoruz.