Hayatımızı değiştiren filmler

Bazı filmler vardır, hayatınıza bir çentik atar, gelir ama geçmez. Bir anı yaşarken, aklınızın köşesinden size seslenir, “Eskiden olsa böyle yapacaktın ama şimdi beni hatırla ve artık böyle yapma!” Yapmazsınız, yapamazsınız!

Hayatımızı değiştiren filmler

AMÉLIE
(LE FABULEUX DESTIN D’AMÉLIE POULAIN-2001)
Filmin esas adı Amélie Poulain’in Masalsı Kaderi… Film adı kadar masalsı. Hatta Amélie’ye çevresindeki insanların hayatını güzelleştiren bir peri demek mümkün. Doktor babasının yanlışlıkla koyduğu kalp hastalığı teşhisi yüzünden başkalarından uzak yetiştirilen Amélie, yalnızlığını hayal gücüyle aşıyor. Bir gün bir çocuğun yıllar önce sakladığı kutuyu buluyor ve bunu sahibine teslim etmek için epey çaba harcıyor. Onun yüzünde yarattığı mutluluk ona ‘koruyucu melek’ olma ilhamını veriyor. Paris’te bir kafede çalışan Amélie iş arkadaşlarına, apartmanın yöneticisine, manavın çırağı Lucien’e gizlice pek çok iyilik ve sürpriz yapıyor. Perimiz başkalarının mutluluğu için çabalarken, kendi yalnızlığını sorguluyor fakat peri bu… Raymond, mutluluğunu nasıl bulacağını öğretiyor Amélie’ye. Film sanırım herkeste ‘bir peri olma isteği ve motivasyonu’ yaratıyor. İnsanlara onların bilmediği minicik iyilikler yapmak, sizi de onları da mutlu etmez mi? Ediyor gerçekten!
OKUYUCU (THE READER-2008)
Yıl 1958… II. Dünya Savaşı sonrası Almanya… 15 yaşındaki Michael Berg (David Kross) yolda fenalaşıyor ve 36 yaşındaki Hanna Schmitz (Kate Winslet) ona yardım ediyor. Yaş farkına aldırmadan başlayan bu ilişki ikisinin de kaderini belirliyor. Michael, okul çıkışı Hanna’ya gidiyor ve birlikte kitap okuyorlar, bu süreçte ilk birlikteliğini yaşayan Michael bu sert karakterli kadına çarpılıyor. Fakat Hanna bir gün ortadan kayboluyor, aramasına rağmen ulaşamıyor. Sekiz yıl sonra üniversitede hukuk okumaya başladığında sınıf arkadaşlarıyla gittiği mahkemede şok oluyor çünkü Hanna II. Dünya Savaşı toplama kampında 300 Yahudi kadının kilisede yanarak ölmesine izin vermekten yargılanıyor. Michael, Hanna’nın masumiyetini bildiği halde dillendiremiyor. Bu yüzden kadın suçsuzken ömür boyu hapse mahkum oluyor. Michael, Hanna’yı bu süreçten sonra hiç yalnız bırakmıyor. Bu film insanların karakterlerinin kaderleri üzerinde ne kadar etkili olduğunu da çok güzel anlatıyor. Filmi izlerken insanın yargılarını bir kenara koyması gerek. Erkeklerin çoğu savaşta ölmüş, kadınların büyük bölümü dul kalmış, kadınlar erkeklerin işlerini üstlendiği için erkekleşmiş. Böyle bir dönemde yaşanan bir ilişki bu. Bir insanın iyi ya da kötü olması konusunda ne kadar yanılabilirsiniz? İyi ya da kötü olan insan mıdır? Yoksa koşullar mı? Bunu da soruyorsunuz kendinize…

ERKEKLER NE SÖYLER KADINLAR NE ANLAR
(HE’S JUST NOT THAT INTO YOU-2009)
Birçok kadının bu filmi izlediğinde ‘aydığını’ söyleyebilirim. Zira her şeyi dolaylı yollardan söylemeye alışmış olan kadınların, bir erkeğin ne kadar basit ve doğrudan olduğunu anlaması zor. Eğer sizi aramıyorsa, sizinle yatmıyorsa, belki de sadece sizden hoşlanmıyordur! Olamaz mı? Oluyormuş. Bu filmle bunu öğreniyoruz.
Kadınlar erkeklerin ne dediğini çözmeye çalışıyor, çözemiyor. Erkekler kadınların ne yaptığını veya ne dediğini çözmeye çalışıyor, olmuyor. Herkes ilişkilerin sihirli formülünü bulmanın peşinde... Halbuki ne geçmişte yaşamış tecrübeler, ne öğütler, ne de başka bir şey... Aşkın hiçbir formülü yok. Tüm ilişkiler ‘unique.’ Sadece onu yaşayan iki kişinin duyguları ve beklentileri değiştiriyor sonucu, başka hiçbir formül işe yaramıyor. Tabii keşke yarasa… Acı replik ise şu; ‘Bir erkek sizi aramıyorsa, aramak istemiyordur. Hepsi bu!’
Jennifer Aniston, Jennifer Connelly, Morgan Lily, Scarlett Johansson, Drew Barrymore, Bradley Cooper gibi zengin oyuncu kadrosunun filme çok şey kattığını da söylemek gerek!

Yazı: Mürsel Çavuş

AŞK HER YERDE
(LOVE ACTUALLY-2003)
Yıllardır devam eden ilişkinizde, sevgiliniz size hala evlenme teklif etmediyse bu sizi sevmediği anlamına gelir mi? Sevdiğiniz kız, en yakın arkadaşınızla evlenmişse ve siz bu mutluluğu bozmak istemiyorsanız, aşkınızı kendinizce yaşamaya devam eder misiniz? İngiltere başbakanı iken koca popolu asistanınıza aşık olma hakkınız olamaz mı? Dilini hiç bilmediğiniz birisine bağlanıp, onu tutkuyla sevebilir misiniz? Henüz 5-6 yaşlarındayken kendinizden büyük bir kızı seviyorsanız aşkınız konusunda ne kadar cesur olabilirsiniz? Richard Curtis, yazdığı ve yönettiği filmde tüm bu soruları soruyor insana… Fragmanda ise, “Sen benim için mükemmelsin” diyen biri… Filmin insanı can evinden vuran repliği bu işte! Film boyunca ‘All you need is love’ şarkısının koro eşliğinde nakaratı çalıyor; ‘love… love… love…’ Film bittiğinde, ‘Aşk konusunda daha cesur olmam lazım’ diyor insan kendine. Sonra da ‘Şimdiye kadar ne yaptım, bundan sonra ne yapmalıyım’ sorgulamaları başlıyor. Kocaman bir yüreğiniz varsa aşk sizi her yerde, her koşulda bulacak, bundan emin oluyorsunuz.
PARİS'TE GECE YARISI
(MIDNIGHT IN PARIS-2011)
Paris yılın her zamanı, muhteşem bahçeleri, mimarisi ve afrodizyak etkili kokuları ise insanları bir mıknatıs gibi kendine çeker. Fakat burada yaşanan elbette sadece kendi yaşadıklarınız değil, bu şehrin geçmişinde yaşamış yazarların, ressamların, sanatçıların ruhları da bu şehirde varlığını sürdürüyor. En azından biz öyle hissediyoruz. Bunu Woody Allen’dan daha güzel kim anlatabilir? Zaten ilişkiler konusunda onun söyleyeceği çok şey var. Oğluyla ilişkisi başarılı olmasa da seyircileri ile arası çok iyi. Bu şehri ziyaret eden ve evlenmek üzere olan Gil ve Inez için Paris günleri gayet güzel başlıyor. Fakat sonrasında Gil (Owen Wilson) Paris’in gece yarısı büyüsüne kapılıyor, çünkü zamanda yolculuk yaparak Hamingway, Zelda-Scott Fitzgerald, Dali, Picasso, Eliot, Degas, Paul Gauguin, Lautrec gibi efsanelerle tanışıyor. Bu film edebiyat ve sanat severlerin damağında müthiş bir tat bırakıyor. Bazen ne kadar uğraşsanız da iletişim kurmak istediğiniz kişilerle iletişime geçemezsiniz. En iyisi ya bu filmi seyredin ya da lucid dreaming hakkında bilgi edinip kendi rüyalarınızda kendi filminizi yaratın.